Altın Ev / Salman
Rushdie / Çev: Begüm Kovulmaz / Can Yayınları
Salman Rushdie, hiç kuşkusuz modern dönemin en etkili hikâye
anlatıcılarından biri. Yola çıkmadan önce neyi anlatacağını çok iyi biliyor ve
yoldayken de bunu nasıl anlatacağı üzerine uzun uzadıya kafa yorup, alışılmış
kalıpları elinin tersiyle bir kenara iten çok parçalı tekniklerle okura her
sayfada, her paragrafta, her cümlede benzersiz keyifler sunmayı başarabiliyor.
Amerika'da yayımlanışından bir yıl kadar sonra Türkçe'ye çevrilen ve geçtiğimiz
sonbaharda okura ulaşan son romanı "Altın Ev" için de geçerli bu
durum. Ne var ki, bu kez hem tarz hem de dil olarak alışılmıştan hayli farklı
bir Rushdie anlatısıyla karşı karşıyayız. İçeriği ve vurguları açısından belki
de "insan soyunun geldiği noktaya postmodern bir ağıt" da
diyebileceğimiz bu roman, yazarın o çok yatkın olduğu büyülü ve masalsı dokuyu
(muhtemelen bu seferlik) bir kenara bırakıp, biraz "tekinsiz" bir
gerçekçiliğe yelken açıyor.
Adı asla telaffuz edilmeyen (ama Hindistan olduğu aşikâr) bir ülkeden, günün
birinde aniden New York'a gelip, Manhattan'daki gözde semtlerden birine
yerleşen, sıradışı bir ailenin hikâyesini okuyoruz Altın Ev'de. Yetmişine
gelmiş bir baba (Nero Golden) ve üç yetişkin oğlu, Bahçeler adıyla bilinen
semtteki gösterişli evlerden birine yerleştikleri andan itibaren merak ve ilgi
odağı haline gelirler. Kaynağı bilinemeyen (ya da akla yatmayan) zenginlikleri;
her biri Roma tarihi ya da Greko-Romen mitolojiden seçilmiş takma adları (Nero,
Petronius, Apuleius ve Dionysos) ve dışarıdan bakıldığında fazlasıyla gizemli
görünen kişilikleriyle bu dört insan, sezilen ama asla tam olarak öğrenilemeyen
karanlık bir sırrı gösterişli evlerinin duvarları arasında saklıyor gibidirler.
Ailedeki "anne boşluğu"nu, beklenmedik bir anda ortaya çıkıp, büyük
yaş farkına rağmen Nero Golden'la evlenen Rus asıllı güzel Vasilisa
doldurduğunda, dışarıdan görünen resim iyice karmaşık hale gelir.
Hikâyeyi bize, Golden ailesinin Bahçeler semtindeki komşusu René Unterlinden
anlatır. Belçika asıllı bir akademisyen
çiftin oğlu olan René genç bir yönetmen
adayıdır ve bu garip ailenin ardında gizlenen karanlık hikâyenin belki de
"hayatının filmi"ni çekmek için bulunmaz bir malzeme olduğunu
düşünmekte, daha doğru bir deyişle "hissetmekte"dir. Bu hissi bir
tutku haline getirerek, Golden'larla olabildiğince yakınlaşabilmeye ve
sakladıkları sırrın ayrıntılarını öğrenmeye çalışacaktır sabırla. Ancak belli
bir noktadan itibaren onlarla gereğinden fazla yakın olduğunda, kendisi de bu
hikâyenin baş karakterlerinden birine dönüşecektir.
Altın Ev'de Salman Rushdie, günümüz insanının kendini keşfetme, tanımlama ve
aidiyet sorunlarıyla başa çıkma çabalarına yoğunlaşıyor. Bu anlamda romandaki
en güçlü tema ve vurgunun, çok eksenli bir "kimlik" meselesi olduğunu
söyleyebiliriz. Cinsel kimlik (en küçük oğul Dionysos), etnik ve kültürel
kimlik (Nero), politik ya da ideolojik kimlik (Apuleius ve René), zihinsel/ruhsal
kimlik (büyük oğul Petronius) ve tüm bunlarla etkileşim halinde olan dayatılmış
kimlikler, yaratılmış kimlikler ya da kaçış kimlikleri. Rushdie bu süreçlerin
her birini, karakterlerinin aidiyet ya da özgürlük/özgünlük arayışlarını
mikroskobik parçalara ayırarak sergilemeye çalışıyor olay örgüsü boyunca.
Elbette, anlatının merkezindeki temel meseleler yalnızca bireyin yaşadığı
gelgitlerle dolu içsel yolculuklardan ibaret değil. Golden'ların Amerika'ya
göçlerini, oldukça kritik bir tarihe oturtmuş Rushdie: Aile Hindistan'dan 2008
yılında, Taj Mahal yakınlarındaki turistik bölgeye fanatik İslamcı
teröristlerce yapılan silahlı/bombalı saldırıda ailenin annesini yitirdikten
sonra göç edip, Amerika'ya yerleşiyor. Bu tarih, aynı zamanda büyük bir heyecan
ve umut dalgasıyla Barack Obama'nın başkan seçildiği günlerle de örtüşüyor.
Altın Ev'in kapsadığı zaman dilimi, Obama'nın sekiz yıllık başkanlık dönemi ve
hemen devamında Donald Trump'ın kazandığı 2016 seçimleri ile sınırlı. Yine takma bir
adla andığı "Yeşil saçlı" ve çizgi roman Batman'deki kötülük simgesi
"Joker" ile özdeşleştirilen Trump, yalnızca ABD'nin değil, tüm
dünyanın yaşadığı, giderek karanlıklaşan bir resmin figüranlarından biri olarak
ele alınmış.
Başta da belirttiğim gibi, o alıştığımız Rushdie jargonu, fantastik örgü ve
büyülü gerçekçilik, bir kenara bırakılmış bu romanda. Ama yine ilk sayfadan
itibaren keyif ve tutkuyla okunan, sarsıcı bir anlatı ortaya çıkmış. Altın Ev,
çağın en önemli yazarlarından birinin dünyayla ve insanlıkla ilgili kaygılı
izlenimlerini, sürükleyici bir hikâyenin içine başarıyla yerleştiriyor.
Okunması elzem romanlardan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder