14 Aralık 2018

İnsan soyunun geldiği noktaya postmodern bir ağıt





Altın Ev / Salman Rushdie / Çev: Begüm Kovulmaz / Can Yayınları

Salman Rushdie, hiç kuşkusuz modern dönemin en etkili hikâye anlatıcılarından biri. Yola çıkmadan önce neyi anlatacağını çok iyi biliyor ve yoldayken de bunu nasıl anlatacağı üzerine uzun uzadıya kafa yorup, alışılmış kalıpları elinin tersiyle bir kenara iten çok parçalı tekniklerle okura her sayfada, her paragrafta, her cümlede benzersiz keyifler sunmayı başarabiliyor. Amerika'da yayımlanışından bir yıl kadar sonra Türkçe'ye çevrilen ve geçtiğimiz sonbaharda okura ulaşan son romanı "Altın Ev" için de geçerli bu durum. Ne var ki, bu kez hem tarz hem de dil olarak alışılmıştan hayli farklı bir Rushdie anlatısıyla karşı karşıyayız. İçeriği ve vurguları açısından belki de "insan soyunun geldiği noktaya postmodern bir ağıt" da diyebileceğimiz bu roman, yazarın o çok yatkın olduğu büyülü ve masalsı dokuyu (muhtemelen bu seferlik) bir kenara bırakıp, biraz "tekinsiz" bir gerçekçiliğe yelken açıyor.


Adı asla telaffuz edilmeyen (ama Hindistan olduğu aşikâr) bir ülkeden, günün birinde aniden New York'a gelip, Manhattan'daki gözde semtlerden birine yerleşen, sıradışı bir ailenin hikâyesini okuyoruz Altın Ev'de. Yetmişine gelmiş bir baba (Nero Golden) ve üç yetişkin oğlu, Bahçeler adıyla bilinen semtteki gösterişli evlerden birine yerleştikleri andan itibaren merak ve ilgi odağı haline gelirler. Kaynağı bilinemeyen (ya da akla yatmayan) zenginlikleri; her biri Roma tarihi ya da Greko-Romen mitolojiden seçilmiş takma adları (Nero, Petronius, Apuleius ve Dionysos) ve dışarıdan bakıldığında fazlasıyla gizemli görünen kişilikleriyle bu dört insan, sezilen ama asla tam olarak öğrenilemeyen karanlık bir sırrı gösterişli evlerinin duvarları arasında saklıyor gibidirler. Ailedeki "anne boşluğu"nu, beklenmedik bir anda ortaya çıkıp, büyük yaş farkına rağmen Nero Golden'la evlenen Rus asıllı güzel Vasilisa doldurduğunda, dışarıdan görünen resim iyice karmaşık hale gelir.


Hikâyeyi bize, Golden ailesinin Bahçeler semtindeki komşusu René Unterlinden anlatır.  Belçika asıllı bir akademisyen çiftin oğlu olan René  genç bir yönetmen adayıdır ve bu garip ailenin ardında gizlenen karanlık hikâyenin belki de "hayatının filmi"ni çekmek için bulunmaz bir malzeme olduğunu düşünmekte, daha doğru bir deyişle "hissetmekte"dir. Bu hissi bir tutku haline getirerek, Golden'larla olabildiğince yakınlaşabilmeye ve sakladıkları sırrın ayrıntılarını öğrenmeye çalışacaktır sabırla. Ancak belli bir noktadan itibaren onlarla gereğinden fazla yakın olduğunda, kendisi de bu hikâyenin baş karakterlerinden birine dönüşecektir.


Altın Ev'de Salman Rushdie, günümüz insanının kendini keşfetme, tanımlama ve aidiyet sorunlarıyla başa çıkma çabalarına yoğunlaşıyor. Bu anlamda romandaki en güçlü tema ve vurgunun, çok eksenli bir "kimlik" meselesi olduğunu söyleyebiliriz. Cinsel kimlik (en küçük oğul Dionysos), etnik ve kültürel kimlik (Nero), politik ya da ideolojik kimlik (Apuleius ve René), zihinsel/ruhsal kimlik (büyük oğul Petronius) ve tüm bunlarla etkileşim halinde olan dayatılmış kimlikler, yaratılmış kimlikler ya da kaçış kimlikleri. Rushdie bu süreçlerin her birini, karakterlerinin aidiyet ya da özgürlük/özgünlük arayışlarını mikroskobik parçalara ayırarak sergilemeye çalışıyor olay örgüsü boyunca.


Elbette, anlatının merkezindeki temel meseleler yalnızca bireyin yaşadığı gelgitlerle dolu içsel yolculuklardan ibaret değil. Golden'ların Amerika'ya göçlerini, oldukça kritik bir tarihe oturtmuş Rushdie: Aile Hindistan'dan 2008 yılında, Taj Mahal yakınlarındaki turistik bölgeye fanatik İslamcı teröristlerce yapılan silahlı/bombalı saldırıda ailenin annesini yitirdikten sonra göç edip, Amerika'ya yerleşiyor. Bu tarih, aynı zamanda büyük bir heyecan ve umut dalgasıyla Barack Obama'nın başkan seçildiği günlerle de örtüşüyor. Altın Ev'in kapsadığı zaman dilimi, Obama'nın sekiz yıllık başkanlık dönemi ve hemen devamında Donald Trump'ın kazandığı 2016 seçimleri ile sınırlı. Yine takma bir adla andığı "Yeşil saçlı" ve çizgi roman Batman'deki kötülük simgesi "Joker" ile özdeşleştirilen Trump, yalnızca ABD'nin değil, tüm dünyanın yaşadığı, giderek karanlıklaşan bir resmin figüranlarından biri olarak ele alınmış.


Başta da belirttiğim gibi, o alıştığımız Rushdie jargonu, fantastik örgü ve büyülü gerçekçilik, bir kenara bırakılmış bu romanda. Ama yine ilk sayfadan itibaren keyif ve tutkuyla okunan, sarsıcı bir anlatı ortaya çıkmış. Altın Ev, çağın en önemli yazarlarından birinin dünyayla ve insanlıkla ilgili kaygılı izlenimlerini, sürükleyici bir hikâyenin içine başarıyla yerleştiriyor. Okunması elzem romanlardan.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder