14 Ekim 2014

Ortaçağ'ı yakından tanımak



Ortaçağ – Katedraller, Şövalyeler, Şehirler / Editör: Umberto Eco/ Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı / Alfa Yayınları


Dürüstçe kabul edelim: İlk ve orta öğrenim hayatımız süresince ısıtılıp önümüze sürülen “tedrisat klişelerini” bir yana bırakırsak, tarihle arası çok da iyi olmayan bir toplumda yetiştik hepimiz. İçinde yaşadığımız dünyanın dinamik değişimlerini farklı göstergeleri değerlendirerek, zamanın akışkanlığı içinde inceleyip bugünü anlamaya çalışmak gibi bir alışkanlık edinemedik. Aslına bakarsanız, şu “tedrisat” sisteminin böyle bir kaygısı da olmadı pek. Çok yönlü nesnel bakış yerine tepeden inme peşin hükümleri; çözümleme yerine de ezberlenip zihinlere nakşedilecek değişmez şablonları ilköğretimden itibaren sistematik olarak şırınga etmeyi yeğleyen sistem, tarih bilincinin gelişmesine on yıllardır sekte vurdu, hâlâ da vurmaya devam ediyor.

İlkçağ tarihi ve prehistoryayla ilgili neredeyse elle tutulur hiçbir şey öğrenmeden tamamlarız öğrenim hayatımızı. Ortaçağ ile ilgili bildiklerimiz de, çoğunlukla önyargılarla beslenmiş kalıplarla sınırlıdır. Hani televizyon kanallarının muhabirleri ara sıra ellerine kamerayı alıp sokaklarda insanların burnuna mikrofonu uzatarak basit sorular yöneltirler ya; bunu temel tarih bilgisini test etmek için yapmayı deneseler, içler acısı bir manzara çıkar ortaya.

Cervantes Sokağı



Cervantes Sokağı/ Jaime Manrique/ Çev: Sinan Okan/ İthaki

Onaltıncı yüzyıl sonlarından on yedinci yüzyıl ortalarına dek uzanan dönem, Avrupa tarihinin en sancılı, en karışık, en hareketli ve “değişim” rüzgârlarının en hızlı estiği evrelerinden birine karşılık gelir. Martin Luther’in Wittenberg’deki kilisenin kapısına ünlü “95 Tez”ini asarak, Reform hareketini fiilen başlatmasının ardından yaşanan sancılı süreç, 1530’larda John Calvin’in Katolik sistemine başkaldırısıyla ivme kazanmış ve Avrupa’daki tüm yerleşik değerler baş döndürücü bir hızla altüst olmaya başlamıştı. Bu hareketlilik yalnızca “din ve ibadet” alanındaki bir değişimle sınırlı değildi elbette; merkezi hegemonya sistemi orta yerinden çatırdıyor ve yeni ortaya çıkan burjuva sınıfı, kendi varlığını giderek daha güçlü hissettirecek bir dönüşümün ilk adımlarını, Avrupa’nın her yerinde atmaya başlıyordu.

Hanedanlar, aristokrasi ittifakları ve onların kontrolü altındaki inanç müessesesindeki çözülmeler, bir sonraki yüzyıldan itibaren bu radikal değişimleri mühürleyecek devrimleri birlikte getirecekti ama on altıncı yüzyıl sonlarında anahtar sözcük, her şeyden önce “kimlik değişimi”ydi. Avrupa’nın bütünündeki Katolik-Hıristiyan kimliği, birbiri ardına ortaya çıkan reformist mezheplerin zorladığı dönüşümlerle çözülmekte, onun yerini “Avrupalı kimliği” almaktaydı yavaş yavaş. Ama bu, sakin ve huzurlu bir dönüşüm olmayacak; yaşlı kıta çok uzun sürecek bir dizi kanlı “mezhep savaşı”na sahne olacaktı. Bugün bildiğimiz anlamıyla “Batı”, ergenliği geride bırakıp yetişkinliğe doğru adım atmanın zor ve acılı patikasını adımlıyordu.