13 Ağustos 2014

Kendin olmak kolay değil



Seçme İkilemi / Renata Salecl / Çev: Barış Engin Aksoy / Metis Yayınları

Herhangi bir kitap mağazasından içeri girdikten sonra durun ve içeriye şöyle bir göz atın: Hangi bölümdeki rafların önünde daha çok “müşteri” varsa, büyük olasılıkla orası “Kişisel Gelişim” alanındaki kitapların sergilendiği bölümdür. Hemen ardından, çok satan kitaplar listesini inceleyin: yine büyük olasılıkla, ilk on kitap arasında en az birkaç tanesinin, “Kişisel Gelişim” konusunda yazılmış olduğunu fark edeceksiniz. Son olarak, yeni çıkan kitapların sergilendiği raflara bir bakın. Aynı kategoride çok sayıda yeni kitabın yayımlandığını görüp, muhtemelen daha birçoğunun da basım aşamasında olduğunu düşünmekten kendinizi alamayacaksınız. Durum tamı tamına böyle: “Kişisel Gelişim” başlığı altında yayımlanan kitapların satış şansı, her zaman diğerlerinden çok daha fazla.

“Kendin olmak pek kolay değil anlaşılan,” diyor sosyolog Renata Salecl. “Çok satan kitap listelerine şöyle bir bakmak, insanların nasıl kendileri olacaklarını öğrenmek için epey bir para ve zaman harcadığını düşündürüyor. ‘Düşüncenizi Değiştirin: Kendini Değiştirin’, ‘Siz: Kullanım Kılavuzunuz’, ‘Artık Güçlerinizi Keşfedin’ ve ‘Kendinizi Yeniden Konumlandırın’ – bu kitapların her biri, kişinin tüm yaşamını yeniden tanımlaması için yeni bir strateji öneriyor.”

İzmir'in dağlarında çiçekler mi açar, yoksa yıkıntılarında dumanlar mı tüter?



“Dido: Bir İzmir Romanı” / Efe Moral / Artemis

Suyun karşı kıyılarından el ele tutuşarak yola çıkıp, ailelerini ve tüm aidiyet duygularını arkalarında bırakarak İzmir’e yerleşen iki genç insanın sıradışı hikâyesini okuyoruz, Efe Moral’ın yeni romanı Dido”da. Patralı zengin ve nüfuz sahibi bir ailenin oğlu Nikos ile İskenderiye’de büyüyüp eğitimi için Rodos’a yollanan Dido’nun, geçen yüzyılın en kritik dönemlerine tanıklık eden aşklarını adım adım izliyoruz. Ama daha en baştan altını çizmek gerekiyor ki, her ne kadar ana ekseninde bu iki insanın sevdaları yer alsa da, Dido kesinlikle bir aşk romanı değil. Bu beklentiyle okuyanların düş kırıklığına uğrayacaklarını falan ima etmiyorum burada; yalnızca, birden fazla “katmanı” olan ve okuru bu katmanlar arasında sayfalar boyunca derinlemesine gezintilere çıkaran başarılı bir kurguyu yalnızca “aşk romanı” düzlemine indirgemenin doğru olmayacağını vurgulamaya çalışıyorum.

Mit ve sembollerin büyülü dünyasına yolculuk



Mitoloji: Hayali Dünyalara Eksiksiz Rehber / Christopher Dell / Çev: Nurettin Elhüseyni / YKY

Ünlü mitoloji uzmanı Joseph Campbell, kendisiyle yapılan bir söyleşi sırasında “Mitler, tarihten daha önemli ve daha gerçektir,” der; “Tarih yalnızca gazeteciliktir ve ona nereye kadar güvenebileceğiniz malum.” Üstat burada kısmen modern dünyadaki yaygın anlayışın mitolojiyi çocuksu masallar külliyatına indirgeme eğilimini iğnelerken, kısmen de aynı yaygın anlayışça “bilimsel ve güvenilir” bulunan tarihin, aslında tıpkı medya haberciliği gibi egemen ideolojinin güdümünde olduğuna dikkat çekmeye çalışır.  Tıpkı, “Tarih, insanların inanma konusunda fikir birliğine vardığı mitlerdir” derken, Napoleon Bonaparte’ın yaptığı gibi.

Binlerce yılı aşıp günümüze dek ulaşan bütün o zengin mit birikimi, düşgücü geniş atalarımızın kendi inançlarına göre kurguladıkları ilkel fantezilerden mi ibarettir, yoksa bu basit görünümlü anlatıların içinde insana ve evrene dair daha farklı unsurlar ya da derin açılımlar bulabilir miyiz? Bu her şeyden önce, kendi dünya görüşümüz içinde “mit” kavramının tanımını nasıl yaptığımıza ve mitlerin içeriklerini nasıl algıladığımıza bağlı. Günümüzün pozitivizmi, kendi çizgisel tarih anlayışı içinde, kurumsal tektanrılı dinlerin yaygınlaştığı döneme kalın bir sınır çizgisi çekerek, mit ve mitoloji kavramlarını bu çizginin öncesindeki binlerce yılın inanç sistemleriyle bağlantılı olarak kullanır. Buna göre mitler, evrenin yaratılışı, kozmik düzenin kuruluşu ve insanın ortaya çıkışı gibi temel varoluşsal sorulara, kadim toplumların “doğaüstü unsurlar” aracılığıyla getirdiği fantastik anlatılardan ibarettir.

Dağların Şeyhi: Bir Alamut efsanesi



Deniz seviyesinden iki bin metre yüksekteki dağlık bir bölgede, sarp kayalıklarla çevrili, yüksek bir tepe düşünün. Tırmanmanın mümkün olmadığı bu ürkütücü görünümlü tepenin kayalık zemininden en az yüz metre yüksekteki zirvesine konuşlanmış, sözcüğün tam anlamıyla “kartal yuvası” denebilecek bir de kale getirin gözlerinizin önüne. Giriş kapısına ulaşmanın tek yolunun, dik yamaçların arasından kıvrılarak geçen dar bir patika olduğu bu kale, görüş alanı içinde kalan, yine yüksek dağlarla çevrili bir vadiye ve onun ilerisinde göz alabildiğince uzanan verimli topraklara bütünüyle hakim. Vadinin derinliklerinde, dallarında birbirinden değişik ve lezzetli meyveleri taşıyan ağaçların yer aldığı, dört yanını çevreleyen kanallardan sürekli olarak bal, süt ve şarap akan, görkemli bir bahçe var. Pınarların kenarında, ağaçların altına oturmuş birbirinden güzel kızların şarkılar söyleyerek dans ettikleri, binbir renkli çiçeklerden yayılan güzel kokuların dört yanı kapladığı, rüya gibi bir bahçe bu. O denli etkileyici ki, ziyaret etme şansına sahip olan herkes, burasının“kutsal kitaplarda anlatılan cennet” olduğuna inanmakta tereddüt bile etmiyor.

Paralel dünyalar arasında bilinmeze yolculuk



“Uzun Dünya” / Terry Pratchett – Stephen Baxter / Çev: Cihan Karamancı / İthaki Yayınları


Dünya oldukça küçük bir gezegen ve her ne kadar bunu düşünmek pek hoşumuza gitmese de, biz gerçekten çok kalabalığız. Kaynaklar, bu kadar büyük bir nüfusu lâyıkıyla beslemek ve temel gereksinimlerini karşılamak için bir hayli kısıtlı. Sorun yalnızca “yaşam kalitesini” beklentilere uygun bir düzen içinde artıracak kaynakların azlığıyla da ilgili değil. Hayatı sağlıklı ve güvenli bir biçimde sürekli yeniden üretmek için gerekli sistemleri kurup işletmenin de, ciddi bir maliyeti var. Kısacası, günlük hayatta sıkça kullandığımız bir deyişte olduğu gibi, “hayat gerçekten pahalı”. Nüfus artışı aynı hızda seyrettiği sürece de, bu durum kaçınılmaz olarak insan uygarlığını ciddi biçimde etkileyecek.

Kaynakların kısıtlılığıyla nüfus artışı arasındaki makasın giderek açılması, insanoğlunun yeni fark ettiği bir sorun değil. Daha on sekizinci yüzyılın sonlarında, İngiliz rahip ve filozof Thomas Malthus, doğum oranı azalıp ölüm oranı yükselmedikçe, uygarlığımızın başının dertte olduğuna dikkat çekmişti. Gıda kaynakları aritmetik bir hızla artarken nüfusun geometrik olarak artması, kaçınılmaz olarak büyük afetlerle karşılanması gereken bir dengesizlik yaratıyordu Malthus’a göre. Kaynakları kontrol etmek çok güçtü ama nüfus görece daha kolay kontrol edilebilirdi.

Yolun Sonundaki Okyanus



Muhtemelen çoğu okuru gibi benim de Neil Gaiman’la tanışmam, onu bir anda dünya çapında üne kavuşturan o unutulmaz “Sandman” serisi sayesinde gerçekleşmişti. Çizgi romanı oldum olası çok sever ve modern dönemin en önemli popüler kültür mecralarından biri olarak görürüm. Bileşiminde gizem ve gerilimin yanı sıra, dengesi iyi ayarlanmış bir entelektüel sosa sahip olanlarınsa yeri apayrıdır elbette. Gaiman’ı okumak da benim için bu tür “zihin şımartıcı” bir deneyim oldu. Her bir cildi farklı çizerler tarafından değişik üsluplarda çizilse de, nehir gibi akan ana hikayenin dokusundaki eşine az rastlanır tutarlılık ve özgün anlatım, karşı konulması güç bir anafor gibi içine çekiyordu hevesli okuru. Ben de bu keyfe teslim olma konusunda fazla direnmeyerek, Sandman’in tüm ciltlerini birer birer edinmiştim.

Hemen belirtmeliyim ki, ister Sandman olsun, ister diğer kitapları, Gaiman okumak keyifli olduğu kadar ürpertici de bir deneyimdir çoğu kez. Beklenmedik anlarda yaptığı sınavlarda çalışmadığımız yerlerden sorular soran öğretmenler gibi, Gaiman da bizi entelektimizin kuytularında hazırlıksız yakalar. Zihnimizin gerilerine atıp üzerinde düşünmekten kaçındığımız (ya da düpedüz tembellik edip yok saymayı yeğlediğimiz) muammaları pervasızca gözümüze sokar, “Haydi al bakalım, al uğraş bunlarla şimdi” diye muzırca gülümser.