13 Ağustos 2014

Dağların Şeyhi: Bir Alamut efsanesi



Deniz seviyesinden iki bin metre yüksekteki dağlık bir bölgede, sarp kayalıklarla çevrili, yüksek bir tepe düşünün. Tırmanmanın mümkün olmadığı bu ürkütücü görünümlü tepenin kayalık zemininden en az yüz metre yüksekteki zirvesine konuşlanmış, sözcüğün tam anlamıyla “kartal yuvası” denebilecek bir de kale getirin gözlerinizin önüne. Giriş kapısına ulaşmanın tek yolunun, dik yamaçların arasından kıvrılarak geçen dar bir patika olduğu bu kale, görüş alanı içinde kalan, yine yüksek dağlarla çevrili bir vadiye ve onun ilerisinde göz alabildiğince uzanan verimli topraklara bütünüyle hakim. Vadinin derinliklerinde, dallarında birbirinden değişik ve lezzetli meyveleri taşıyan ağaçların yer aldığı, dört yanını çevreleyen kanallardan sürekli olarak bal, süt ve şarap akan, görkemli bir bahçe var. Pınarların kenarında, ağaçların altına oturmuş birbirinden güzel kızların şarkılar söyleyerek dans ettikleri, binbir renkli çiçeklerden yayılan güzel kokuların dört yanı kapladığı, rüya gibi bir bahçe bu. O denli etkileyici ki, ziyaret etme şansına sahip olan herkes, burasının“kutsal kitaplarda anlatılan cennet” olduğuna inanmakta tereddüt bile etmiyor.



Vadiye hakim olan tepenin üzerindeki kalede, yani “kartal yuvası”nda, bütün o bölgenin hakimi olan yaşlı ve bilge bir “lider” yaşıyor. Müritlerinin “Dağların Şeyhi” (Şeyh-ül Cebel) adıyla andıkları bu lider, değil kaleden, çoğu kez odasından bile dışarı çıkmıyor hiç. Zamanının neredeyse tümünü tefekkürle, okumayla ve ibadetle geçiren Dağların Şeyhi’nin çevresinde, kendisine sınırsız bir saygı ve sevgiyle bağlı, bir dediğini iki etmeyen, kalabalık bir topluluk var sürekli.

Bu fazlasıyla masalsı ve ütopik görünen tabloyu gözünüzün önüne getirdiğinizde, kaleyle ya da vadiyle ilgili olarak zihninizde ister istemez bir “huzur ve barış ortamı” imgesi uyanabilir. Ama Ortaçağ’dan günümüze uzanan çoğu rivayetlerden beslenmiş anlatılar, yukarıdaki “cennet” betimlemesinin hemen ardından, kaleyle ve onun sakinleriyle ilgili fazlasıyla karanlık ve ürpertici hikâyeleri de sıralıyorlar birbiri ardına: Bu anlatılara göre Hasan Sabbah, yani şu “Dağların Şeyhi”, yalnızca güç ve nüfuza önem veren, istediklerini elde etmek için her yolu mübah sayan, acımasız bir lider. Çevresindeki müritlerinden koşulsuz bağlılık ve tam itaat bekliyor; onları, gerekirse uğruna canlarını vererek gerçekleştirecekleri zorlu görevlere yolluyor. Bu görevler de hemen her zaman, Şeyh’in güç ve nüfuz alanında yer alıp, onun için bir tehdit oluşturan kişileri öldürmekten ibaret. Emrindeki “suikastçi” timlerini görev uğruna hayatlarından vazgeçirecek hale getirmek için, yıllar yılı sabırla her türlü göz boyama ve etkileme yöntemini kullandığı anlatılıyor. Bunlar arasında, gençleri şu sözü edilen “cennet bahçesi”nde hayatın güzellikleriyle tanıştırıp büyülemekten tutun, halüsinojen etkiye sahip otları içirerek “kafalarını güzelleştirmeye” dek sayısız yol var.




İsmaili’lere bağlı “Haşhaşîler” tarikatının lideri Hasan Sabbah’la ve onun gösterişli “kartal yuvası” olarak bilinen Alamut Kalesi’nde yaşananlarla ilgili, dünya literatüründe yüzlerce kitap yazıldı bugüne dek; muhtemelen daha da epey yazılacak. Bunların çoğu, Ortaçağ’dan günümüze dek ulaşmış, objektifliği  fena halde kuşkulu durumdaki kayıt, metin ve anlatılardan yola çıkarak tutarlı bir tarihçe oluşturmak üzere kaleme alınmış; kimileri değerli, kimileriyse büyük oranda spekülasyona yaslanan çalışmalar.

On birinci ve on ikinci yüzyıllarda İslam coğrafyasında yaşanmış, bol miktarda iç kargaşalar ve savaşlar üzerine kurulu olaylar zincirine gizem ve entrika katan Alamut maceraları, yaklaşık sekiz yüz yıldır “Haşhaşîler” başlığı altında ele alınıp, tartışılıyor. Yani Dağların Şeyhi ve onun gizemli örgütü, tarih kitaplarından din ve mezhep araştırmalarına, popüler kültürden günlük siyasi jargona kadar her yerde sürekli karşımıza çıkıyor hâlâ.

Mezhep savaşları ve “cadı avları”

Ortaçağ tarihinin karanlık koridorlarında çıkılacak gezintiler, uygarlığın hem Batı hem de Doğu cephelerinde, yüzyıllardır popüler kültürü besleyen esin kaynakları arasında ön sıralarda. Eğer belirsizlikler ve bilgi yetersizliği nedeniyle iyice merak uyandırır hale gelmiş gizemler söz konusuysa ve bu gizemler kimi zaman rivayet ve iddialarla örülmüş bir koza tarafından kolayca sarıp sarmalanabiliyorsa, düşgücünün devreye girip efsane ve spekülasyonları tetiklemesi hiç şaşırtıcı değil. Ortaçağ, verilerin oldukça yetersiz, eldeki sayılı kaynakların da çoğunlukla subjektif yargıların gölgesinde olduğu, insanlık tarihi için birçok anlamda “karanlık” bir dönem. Gizemler, bu karanlığın neden olduğu belirsizliklerden beslenirken, popüler kültür için de eşi bulunmaz bir malzeme deposu oluşturuyor. Batı’da da böyle bu, Doğu’da da.

Aşağı yukarı beşinci yüzyıldan itibaren Eski Dünya’nın siyasi ve sosyal tarihine, dönemin en belirleyici faktörü durumundaki “din” damgasını vurdu dersek, abartmış olmayız. Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul eden Roma’nın tüm eski inanç ve düşünce biçimlerine savaş açarak baskı ve koğuşturmalara başlaması, insanlık tarihinin “din gerekçeli savaşlar” ile sık sık karşılaşacağı oldukça uzun bir dönemin de habercisiydi. Hıristiyanlığın Roma eliyle yaygınlaştırıldığı coğrafyada giderek artan bir yoğunlukla sürdürülen dinsel baskılar, eski inanç sistemlerine bağlı kalanların yanı sıra felsefe ve bilimle uğraşan insanları da derinden etkilemiş, giderek kendi kurumsal yapısını oluşturan bir tür “cadı avı sistemi” yaratmıştı. O kadar ki, dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde artık baskılardan yalnızca paganlar değil, Hıristiyanlık şemsiyesi altında farklı arayışlara yönelmeyi deneyen mezhep ve tarikatlar da nasiplerini alıyordu. “Resmi” ve kurumsal inancın oluşturduğu çemberin dışında kalanlar, Ortaçağ boyunca “Sapkın” ve “Kâfir” olarak adlandırılıp koğuşturmalarla yüzleşecekti artık. Din, bireyin inanç ve ibadet tercihleriyle sınırlı “spiritüel” bir alan olmanın ötesinde, hegemonya sisteminin merkezine bir “iktidar odağı” olarak yerleşmişti.

“Dünyevi” kaygılar, “spiritüel” gerekçeler

Yedinci yüzyılın ortalarından itibaren Arap ve Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler, din merkezli bu dogmatik ortamı iki kutuplu hale getirirken, benzeri bir güç ve otorite savaşını İslam dünyası içinde de egemen kıldı. Daha Peygamber’in ölümünü ve “Halifelik” sisteminin biçimlenmesini izleyen ilk yıllardan başlayarak İslam dininin izleyicileri arasında da derin ayrılıklar ortaya çıkmaya başlamış, bunun sonuçları da, Kerbelâ katliamında olduğu gibi, bugün hâlâ yas tutularak derin acılarla anılan kanlı olaylara kapı açmıştı. Peygamberin yeğeni ve damadı Ali’nin yolundan yürüyen; ilk başlarda “Ali Şiası (Partisi)” denilirken sonralı kısaca “Şia” adıyla anılan hareketle, kurumsal otoriteyi temsil eden “Sünni”ler arasında yaşanan kutuplaşmanın etkileri, yüzyılları aşarak günümüze dek ulaşacaktı.

Eski Dünya’nın önemli bir bölümünü kontrolü altında tutan iki büyük dinin hem birbirleriyle yaşadıkları çekişmeler hem de kendi iç çekişmeleri ve mezhep kavgalarının, Ortaçağ’a damgasını vurduğu rahatlıkla söylenebilir. Asıl hesaplaşma güç ve otoriteyi ele geçirme ya da elde tutma kaygıları üzerinden yürüyordu elbette ama bütün o “dünyevi” kaynaklı çatışmaların üzeri, din ve inanç örtüsüyle rahatça perdelenebiliyordu. Dinsel farklılıklar, Haçlı Seferleri’nden Engizisyon zulmüne; hanedan kavgalarından cadı avlarına dek her türlü hesaplaşmanın gerekçesi olarak sunulabiliyordu.

Bir efsanenin izinde

İşte Alamut Kalesi ve onun gizemli sakinleri de, tarih sahnesine tam bu karmaşanın ortasında adım attılar. Haklarında çok az şey bilinen ve anlatıların büyük çoğunluğu rivayetlere yaslanan bu özel tarikatı ele alan önemli kitaplardan biri, ünlü Ortaçağ tarihçisi Bernard Lewis’in, ilk baskısı 1967’de yayımlanan, “Haşhaşîler: İslam’da Radikal Bir Tarikat” adlı çalışması. Üzerinden elli yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına karşın bugün hâlâ İsmaili hareketinin doğuş ve gelişme koşullarını derinlemesine ele alan önemli kaynaklardan biri kabul edilen kitap, Mart ayında Kapı yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırıldı.

Bernard Lewis, araştırmasına İsmaili’lerin Ortadoğu’da bir siyasi güç olarak ortaya çıkışını hazırlayan koşulları ele alarak başlıyor ve İran’ın doğusundan Mısır’a dek uzanan bir coğrafyadaki siyasi ve kültürel kırılmaları, kısa ama toparlayıcı bir panorama halinde sunuyor. Ardından, böylesi bir tablo içinde çok kısa sürede bölgenin önemli aktörlerinden biri haline gelen Hasan Sabbah ve onun çevresinde toplanan ünlü “Haşhaşîler” tarikatının izlerini, adım adım sürmeye başlıyor. Çevresinde rivayet ve iddialardan örülü bir efsane bulutu oluşan bu gizemli şeyhin yükseliş ve düşüşünü olabildiğince gerçekçi verilere yaslanarak anlatmaya çalışmanın yolu da, arka planda İslam dünyasında yaşanan yol ayrımları ve kutuplaşmaların kronolojisini çıkarmaktan geçiyor elbette.

Batı dillerine, onlara yakıştırılan bir lâkaptan yola çıkılarak taşınan “suikastçi” (Assasin) sözcüğü, sanki planlanmış siyasi cinayetler ilk kez Alamut’taki Haşhaşi fedailerince icat edilmiş gibi bir yanlış algıya yol açıyor zihinlerde kimi zaman. Oysa Lewis’in de belirttiği gibi, siyasi rakipleri ortadan kaldırmak için kiralık katilleri kullanma geleneği, Haşhaşilerin en az iki bin yıl öncesine (muhtemelen daha da eskilere) uzanan bir geçmişe sahip, insanlık tarihinde. Elbruz Dağları yakınlarını merkez edinen ve on birinci yüzyılda ünleri İslam coğrafyasının sınırlarını aşıp tüm Avrupa’ya yayılan bu tarikat, sert ve acımasız mezhep savaşlarının yaşandığı bir ortamda suikastı bir yöntem olarak kullanan çok sayıda dini ve siyasi gruptan yalnızca biri.

Haşhaşileri ortaya çıkaran koşulları tanımak, onlarla ilgili tüm rivayet ve söylentileri bir yana bırakıp, on birinci ve on ikinci yüzyıllarda İslam dünyası ve Ortadoğu’da yaşanan tüm kırılmaları da anlamak anlamına geliyor ki, bu da etkileri günümüze dek ulaşan din maskeli çatışmaları doğru kavramak için elzem.


İlk yayın: Vatan Kitap - 15 Nisan 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder