Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Aralık 2018

Babil dilinde çekilmiş ilk film


Geçen hafta YouTube'da sessiz sedasız paylaşılan "Nippur'lu Yoksul Adam", dünyada Babil dilinde (Akkadca) çekilmiş ilk film. Oynayanlar, Cambridge Üniversitesi Asuroloji bölümü öğrencileri. Hikâye, yaklaşık 3000 yıllık kil tabletlerden deşifre edilen çok eski bir metin. Tabletlerin kırık bölümleri nedeniyle oluşan boşluklar, videoda distorsiyon efektiyle belirtilmiş. Ama hikâye kendi içinde bütünlüğe sahip. Bronz çağında Enlil'in kutsal kenti Nippur'da yaşayan yoksul bir adamın, kendisini aşağılayan Bey'den aldığı intikamı anlatıyor. Altyazı seçeneğini açmayı unutmayın, iyi seyirler :)

19 Ocak 2018

Papirüsten parşömene


Antikçağda Kitap / Horst Blanck / Çev: Zehra Aksu Yılmazer / ALFA

Bizim günlük konuşmalarda bazen kısaca "yazının ortaya çıkışı" deyip geçtiğimiz büyük dönüşüm, belki de insan uygarlığının izlediği seyirdeki en kritik kilometre taşını oluşturuyordu. Duygu ve düşüncelerin ortak bir sesler sistemiyle iletilebilir hale gelmesini sağlayan "dil", eğer bu uygarlık macerasında ilk büyük adımsa, o seslerin yine ortak bir işaret sistemiyle kaydedilebilir hale gelmesi de ikinci büyük adımdı elbette. O kadar keskin bir dönüm noktası oluşturdu ki insanlık tarihinde, yazının keşfinden öncesine "tarih öncesi", yazının kullanımından sonrasına da "tarih çağları" demeye başladık. Üstelik, çok da uzak bir geçmişe ait değildi bu dönüm noktası; yazı olarak kabul edilebilecek ilk sistemlerin ortaya çıkışı, günümüzden en fazla beşbin beş yüz yıl önceye gidiyor. Yazının üzerine kaydedildiği malzemelerin "taşınabilir" hale gelmesiyle birlikte "kitap" kavramının ortaya çıkışı, daha da yeni; günümüzden yaklaşık üç bin yıl öncesi. Modern insana en yakın ortak atanın günümüzden iki buçuk milyon yıl önce yaşadığını dikkate alırsak, bu çok da uzak bir tarih değil.  Basit bir ölçeklendirmeye başvurarak şematik bir benzetme yapalım: Eğer sadece son bir yıldır bu gezegende yaşıyorsak, yazıyı da birkaç dakika önce keşfetmişiz gibi bir şey, yani.

14 Kasım 2017

Elli yıldır başucu kaynağı



Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi / Mircea Eliade / Çev: Ali Berktay / ALFA

Mitoloji ve inanç sistemleriyle yakından ilgilenenler için Mircea Eliade adının çok şey ifade ettiğini söylemeye gerek yok. Romen düşünür, oluşturduğu temel başvuru kaynakları serisiyle, on yıllardır bu alanda araştırma yapmak isteyenlerin kitaplıklarında vazgeçilmez bir yer işgal ediyor. "Kutsalın yapısı" ve mit sistemlerini "giriş" düzeyinde ele almaya çalışan "Dinler Tarihine Giriş" ve daha ayrıntılı düzeyde inanç sistemlerini karşılaştırmalı olarak görmek isteyenler için yazılmış üç ciltlik "Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi", hiç kuşkusuz Eliade'nin imzasını taşıyan başvuru kaynakları arasında en çok ilgi görenler. Yaklaşık elli yıldır insanoğlunun spiritüel yapısının izini sürmek isteyen okur ve araştırmacılardan eksilmeyen bir ilgi gören bu kitapların Türkçe baskıları tükenmişti ve epeydir bulunamıyordu. Bu ay, ALFA tarafından yeniden basılarak kitapçı vitrinlerindeki yerini aldı.

26 Temmuz 2017

Ahriman'dan Lucifer'e, şeytan kavramının izleri


Şeytanın Genel Tarihi / Gerald Messadie / Çev: Işık Ergüden / Epsilon

Aşağı yukarı 1600 yıldır mutlak kötülüğün ruhani temsilcisi olarak, hem dinsel hem de popüler kültürün merkezine yerleşen Şeytan gibi figürün izlerini sürmek, ilk bakışta kolay gibi görünebilir. Okuduğunuz çizgi romanlarda, izlediğiniz filmlerde, dinlediğiniz şarkılarda sık sık ve en tipik görünümleriyle karşımıza çıkan bir “kavramsal kahraman”la ilgili, yüzlerce ipucu ve ayrıntı yakalayarak, derli toplu bir tarih elde edeceğinizi varsayabilirsiniz. Genellikle koyu kırmızı renklere bürünmüş bedeni, başının üzerindeki sivri boynuzları ve keçi ayaklarıyla her köşe başından göz kırpmaktadır neredeyse size. Kimi zaman Doktor Faust’un ruhuna ipotek koyan Mephisto’dur, kimi zaman “The Exorcist” filmindeki gibi ruhları gasp eden dehşet verici bir varlık. Günlük konuşmalarımızda adı sık sık anılır, kulağı çınlatılır; bazen de “kulağına kurşun” akıtılır. Kimileri şanssızlığını yenip onun “bacağını kırmıştır” sözgelimi; kimileri de o denli hilekar ve oyunbazdır ki, ona “papucunu ters giydirir.” Yaşanan, yaşatılan, maruz kalınan kötülüklerin faturası genellikle ona kesilir: “Şeytan’a uyulur”, hata yapılır.  Bazen “Şeytan diyor ki” kalıbıyla başlayan cümlelerde, aklımızdan geçen ama yapmaktan kendimizi alıkoyduğumuz eylemlerle ilgili olarak onun “mentor” kimliğinden söz ederiz. Aldatır, kışkırtır, yoldan çıkarır, tongaya düşürür.

Maji'nin karşı konulmaz cazibesi


Ortaçağda Büyü / Richard Kieckhefer / Çev: Zarife Biliz / ALFA

Bilimkurgu dünyasının öncü isimlerinden Arthur C. Clarke, “Büyü, henüz anlamayı beceremediğimiz bilimdir,” diyor. Benzeri yorumlar, modern çağın açık fikirli çoğu düşünürünce de yinelenir sürekli. Bugün büyü diye nitelenen eylem ya da deneylerin yarının bilimi olmayacağını kim söyleyebilir ki? Binlerce kilometre uzaktaki insanlarla haberleşebildiğini söyleyen birine, bundan yüz elli yıl kadar önce “büyücü” yakıştırması yapılabilirdi ancak. Bu bakışa göre Guiglielmo Marconi de, John Logie Baird de, Alexander Graham Bell de birer büyücüydü. Mum ya da kandile gerek kalmaksızın her yeri aydınlatacak bir ışık kaynağının peşine düşecek birine, Ortaçağ’da büyücü ya da “cadı” suçlaması getirilir; muhtemelen de kısa bir engizisyon oturumunun ardından yakılarak ölüme mahkum edilirdi. Oysa yüz yıldan uzun bir süredir Thomas Alva Edison adlı büyücünün icat ettiği nesnelerle aydınlanıyor ve bunu “büyü” olarak adlandırmıyoruz. Örnekleri çoğaltarak işi uzay mekiklerine, bilgisayarlara ya da nano teknolojinin kullanıldığı tıbbi alanlara dek götürmenin alemi yok. Anafikir belli: Bugün hayatımızın içinde olan araç, ürün ve hizmetlerin çok büyük bir bölümü, bir zamanlar ancak “büyü” olarak adlandırılabilirdi. Bunları geliştiren ya da kullanan kişilere de muhtemelen korkuyla karışık bir öfkeyle bakılırdı. “Büyü ve cadılık tarihi” başlığı altında kategorize edilen dönemin tipik özelliği de bu korku ve öfkenin ardındaki ideolojik, cinsiyetçi, sınıfsal ve elbette dinsel kaygılardı.

Roma’nın Haliç kıyılarında noktalanan hikâyesi


Bizans’ın Son Yüzyılları, 1261 – 1453 / Donald M. Nicol / Çev: Bilge Umar / İş Bankası Yayınları


Bu coğrafyada yaşayan insanların pek azının Bizans tarihine gerçek anlamda ilgi duyması, kolay anlaşılır bir şey değil. Yurt bildiğimiz topraklar üzerinde en uzun süre hükümranlık yaşamış köklü bir geleneğin izlerini sürmeye, dünyanın diğer yerlerinde yaşayan insanlara göre daha istekli ve daha yatkın olmamız beklenebilirdi. Ne var ki bizim buralarda tarih dendiğinde çoğu kez mitoslarla sarmalanmış bir “muhteşem padişahlar destanı” anlaşılır daha çok. Hamaset her şeyin önünde gittiği için de “ecdad öncesi” döneme yalnızca beylik şablonlar ve kemikleşmiş önyargılarla yaklaşılır. Bu nedenle, bu topraklarda Bizans dendiğinde “entrika, zulüm, şatafat” çağrışımı yankılanır zihinlerde ve ortak tarihimizin en büyük parçalarından birini oluşturan devletin gündelik konuşmalardaki lakabı hemen her zaman “kahpe Bizans”dır. Okumadan, bilmeden, üzerine fazla düşünmeden, birkaç kuru sıfatın arasına sıkıştırıveririz, Roma’nın Anadolu ve Balkanlar’daki uzantısını. Zihinlerdeki kronolojilere yalnızca 1071 ve 1453 yılları için not düşülmüş, gerisi bir kenara bırakılmıştır.

Uygarlığın “beşiği”ni doğru anlamak


Göbekli Tepe / Karl W. Luckert / Çev: Leyla Tonguç Basmacı / ALFA

Bundan on beş yıl kadar önce arkeolojiyle ilgili haber kaynakları “tarihin yeniden yazılmasını gerektirecek” büyük buluştan söz etmeye başladığında, bundan en çok heyecan duyması gerekenlerin, o buluşun yapıldığı toprakların bugünkü mirasçıları olması gerektiği beklenirdi elbette. Ama en azından ilk birkaç yılda işler pek de böyle yürümedi. Beş yüz yıl önceki atalarının fetih ve seferleriyle övünme konusunda fazlasıyla istekli olan bir toplum, on iki bin beş yüz yıl önce uygarlığın dönüm noktalarından birinin kendi topraklarında yaşanmış olmasıyla çok da yakından ilgilenmiş görünmüyordu. Bu nedenle, Harran yakınlarında Alman arkeologlar yönetiminde bir süredir yürütülen kazıların sonuçları “flaş haber” olarak dünyaya duyurulurken, bu toprakların sakinleri arasında ilkin yalnızca “meslekten olanlar” ve “meraklı amatörler” paylaştı bu heyecanı. Neresinden baksanız, “toz toprak içindeki bir düzlükte bulunmuş üç beş taş parçası” ile coşkuyla ilgilenecek insanların sayısı, hafta sonları futbol ligi karşılaşmalarının oynandığı stadyumları doldurmaya yetecek kadar bile değildi.

Yahve’nin izlerini, Piramitler Ülkesi’nde aramak


Mısırlı Musa / Jan Assman / Çev: Bozkurt Leblebicioğlu / İthaki

Felsefe, teoloji ve eskiçağ tarihinin kesişme noktasındaki belki de en popüler tartışmalardan biri, tektanrıcı düşüncenin mümkün olan en eski kaynak ya da esin noktalarını, kadim tarihin derinliklerinde aramak üzerinde düğümlenir. Arkasındaki temel motivasyon ve kullanılan yöntem ya da argümanlardan bağımsız olarak bu konuda en çok gündeme gelen soru ise, kutsal metinler ve tektanrıcı inanç sistemlerinin merkezinde yer alan varsayımsal Musa karakteriyle,  günümüzden yaklaşık 3350 yıl önce kısa bir dönem Eski Mısır’a krallık eden Akhenaton (IV. Amenhotep/Amenofis) arasında elle tutulur bir bağlantının bulunup bulunmadığıdır genellikle. Kimileri bunu, Eski Ahit’le başlayan inanç geleneğindeki ana düşünceyi çok daha eski kaynaklara yaslanarak doğrulama kaygısı uzantısında yaparken, kimileri de Akhenaton bağlantısı üzerinden tektanrıcı düşünce açısından İbrahimî dinlerin “en eski ve özgün” referans noktası olmadığına dikkat çekmeye çalışır. Yirminci yüzyıl boyunca “teolojinin karanlık suları” sınırlarında kalan bu konu ve birlikte getirdiği tartışmalar üzerine çok sayıda kitap ve makale yayımlandığını söyleyebiliriz. Bunların (Türkçe’ye çevrilen) en yeni örneği, ejiptolog Jan Assman’ın “Mısırlı Musa” adlı tartışmalı kitabı. Neden “tartışmalı” olduğuna biraz sonra değiniriz ama ilk aşamada “Kimdir bu Akhenaten” sorusu üzerinden gidip, biraz bilgi tazelemekte yarar var.

Hesabın binlerce yıllık hikâyesi


Rakamların Evrensel Tarihi / Georges Ifrah / Çev: Kurtuluş Dinçer / ALFA

Konusu matematik, sayı sistemleri ve hesaplama yöntemlerinin tarihçesi üzerine kurulu bir kitaptan söz edeceğimi söylesem, muhtemelen birçok okuyucu yüzünü buruşturup, yazının devamına bakmadan sayfayı çevirir. Matematiği, hesap kitap yapmayı, hele de tarihin derinliklerinde gezinmeyi pek de ilgi çekici bulmayan bir toplumsal “direnç damarımız” var çünkü. Sözünü ettiğim kitabın iki kallavi ciltte toplam iki bin sayfadan oluştuğunu da not düşsem, sanırım şansımı iyice zorlamış olurum: “Off, hem matematik, hem de binlerce sayfalık tuğla ciltler; geçiniz hocam, daha eğlenceli bir şeyler yok muydu?”

Yarını bugünden öngörmenin çok renkli hikâyesi



Geleceği Keşfedenler / Walter Isaacson / Çev: Duygu Dalgakıran / Domingo


Bilimkurgu yazarlarının sevdiği beylik temalardan biridir: Günümüzün laboratuvarlarından birinde bir grup bilim insanı “zaman makinesi” denen fantastik aparatı icat eder ve tarihin derinliklerine doğru yolculuğa çıkarlar. Geçmişteki araştırmalarını tamamlayıp yeniden günümüze dönecekken, her nasılsa yanlarında o çağa ait birini de getirirler ve hikâyenin komedi unsurları devreye girer. Elektrik, telefon, televizyon, otomobil ve hayatımızın içinde varlıkları bize çok normal gelen daha birçok teknolojik aygıt, geçmişten gelen konuk için mucizevi, büyülü, çılgın, hatta “şeytan işi” araçlardır. Onları kavramakta, anlamakta, içine sindirmekte büyük zorluklar çekmekte; trafikten, asansörlerden, büyük binalardan, “düğmesine basınca yanan fener”lerden, “hiçbir at tarafından çekilmediği halde giden arabalar”dan fena halde korkmaktadır.

24 Ekim 2015

Piramitler, heykeller, kuleler ve merdivenler



Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler / C.W. Ceram / Çev: Hayrullah Örs / Remzi Kitabevi

Bilinmeyenlerle dolu soluk kesici bir serüveni adımlayarak, binlerce yıldır kimsenin görmediği yolları izlemek; tortularına  yalnızca unutulmaya yüz tutmuş efsanelerde rastlanan mekân ve objeleri bulup gün ışığına çıkarmak; heyecan verici ve bir o kadar da tehlikeli yolculukları göze alıp, türlü olumsuzluklara karşın “mutlu sona” ulaşmak; çarpıcı, sansasyonel, büyüleyici bulguları gözler önüne sererek, insanlığın toplumsal belleğindeki derin boşluklardan birini ya da birkaçını doldurabilmenin hazzını tatmak. Arkeoloji tutkusu, modern dünyanın sıkıcı ve tekdüze yaşamlara hapsedilmiş insanlarının bazılarında, buna benzer umut, düş ve beklentilerden beslenerek yeşerir çoğu kez.

“El değmemiş” kadim tapınaklar, anıtlar, kayıp kentler ve ortaya çıktığında kimbilir hangi ezberlerimizi bozup bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyecek objeler, yazıtlar, belgeler için duyulan heyecan, dört yandan sıradanlıkla kuşatılmış ruhlar için hayali kurulan bir “çıkış yolu”dur. Daracık bir tünelde sürünerek ilerleyip, yolun sonunda gizli bir kapıyı açarak, eldeki meşalenin cılız aydınlığında bize göz kırpan bir “yeraltı odası”na ulaşmanın hazzını düşünün. Ya da balta girmemiş ormanların içinde bitki örtüsü tarafından bütünüyle gözlerden saklanmış bir taş tapınağın, tuzaklarla dolu geçitlerinde binlerce yıldır gezinen ilk insanın siz olduğunuzu gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Tıpkı İndiana Jones ya da popüler kültürün ünlü “imkânsızlıklar dedektifi” Martin Mystere gibi.

Uygarlığın beşiğini tanımak ve anlamak



Tarihin Başlangıçları / Pierre Bordeuil, Françoise Briquel-Chatonnet, Cecile Michel / Çev: Levent Başaran / ALFA


Bildiğimiz ve tanımladığımız biçimiyle “uygarlık” sürecinin ilk filizlerine ev sahipliği yapmış bir coğrafyada yaşıyoruz. İnsanlık tarihindeki en önemli evrelerden birinin ortaya çıktığı; toplumun sosyal ve siyasal kurumlarını da biçimlendirerek örgütlenmeye başladığı topraklar üzerinde geziniyoruz yani. Bunun keyif alınabilecek yanları da var, ağır sorumluluk yükleyen yanları da. Her şeyden önce, yaygın deyişle “uygarlığa beşik olmuş” bir bölgede yaşıyorsanız, tüm insanlığın tarihiyle ilgili en değerli mirası da elinizde tutuyorsunuz demektirki, bunu koruma gerekliliği de doğal olarak omuzlarınıza yüklenmiştir. Oysa yine bu coğrafya, kültürel ve tarihi varlıklara sahip çıkıp onların zarar görmesini önlemenin en zor olduğu bölgelerden biridir. 2003’te Irak’ın işgaliyle başlayıp, son birkaç yıldır Ortadoğu’ya dehşetengiz görüntüler yaşatan Suriye iç savaşıyla devam etmekteki kaos, binlerce can kaybının yanı sıra, bir daha asla yerine konamayacak tarihsel varlıkların yok olması gibi bir tehlikeyi gündeme getirmiştir çünkü. Suriye’nin kuzeyindeki savaş ve talan, Nineve başta olmak üzere, bu bölgenin en önemli tarihsel yerleşim merkezlerini, telafisi mümkün olmayan kayıplarla yüz yüze bırakmıştır. Eğer bir şekilde durdurulmazsa, bu barbarlığın tüm insanlığa faturası sanılandan çok daha büyük olacağa benzemektedir.

Odin, Thor ve Freya'nın ülkesine yolculuk




Viking Dünyası / Stefan Brink – Neil Price (Ed.) / Çev: Ebru Kılıç / ALFA


Kuzeyin büyüsü, güneşin neredeyse hiç batmadığı yaz başlarında İskandinavya’ya yapılacak turistik gezilerle ya da Stockholm, Oslo, Kopenhag gibi modern kentlerdeki pub ve kulüplerin keyifli atmosferiyle hissedilemez. Kuzey, bundan çok daha fazlasıdır: İlikleri donduran buzdur, kış boyunca bitmek bilmeyen gecedir, gün ortasındaki karanlıktır, soğuktur, ürpertidir. Elbette, bütün bunların yanı sıra, binyıllar içinde geriye doğru gittikçe izlerinin sürülmesi iyice güçleşen o muazzam “Norse” kültürüdür. Ortadoğu’nun ve Akdeniz havzasının insanlarına ilkçağdan itibaren ürkütücü ve kimi zaman “tekinsiz” gelmiş o sert ve karanlık mitolojinin koridorlarında gezinmeden, İskandinav kültürünün “markası” haline gelmiş Viking’leri de anlayamazsınız, Avrupa tarihinin önemli ve etkili bir parçasını da.

01 Ocak 2015

Eski Yakındoğu'da ayakları yere basan bir gezinti


Amelie Kuhrt / Eski Çağ'da Yakındoğu / Çev: Dilek Şendil / İş Bankası Kültür Yayınları  

Üzerinde yaşadığımız topraklarla ilgili birçok şey söylenebilir: Uygarlığın beşiği, kültürler kavşağı, Eski Dünya'nın merkezi, tarihin başladığı yer ya da inanç ve düşünce sistemlerinin anayurdu gibi. Ama kurulacak cümleler ve kullanılacak çağrışım zincirleri ne olursa olsun, adına Yakındoğu dediğimiz bu coğrafyayla ilgili dile getireceğimiz anlatımlarda gönül rahatlığıyla kullanamayacağımız sözcüklerden biri, "huzur" olur herhalde. Bugün İran'ın batısından Ege adalarına, Anadolu'dan Mısır'a dek uzanan bu bölgede yaşanan gelişmeleri gözden geçirdiğimizde yüz yüze geldiğimiz çalkantılarla dolu, hüzün ve acılarla iç içe geçmiş kaotik manzara, beş bin yılı aşkın bir süredir Yakındoğu'nun neredeyse değişmez yazgısı olmuş dersek, abartmış sayılmayız. Birilerinin cetvelle çizdiği, çıkar ve hegemonya alanlarını belirleyen sınırlar değişir; ülke ve bölge adları zaman içinde farklılaşır; etnik ve kültürel dokular zamana yayılmış biçimde dalgalanıp durur ama o karmaşa, huzursuzluk ve acılarla yoğrulma hali hiç bitmez.


Yakındoğu için her şeyi söyleyebilirsiniz ama kuracağınız cümlelerde "huzur" ve "dinginlik" sözcüklerine yer bulamazsınız bir türlü. Bugün sorun Suriye'dir, IŞİD'dir, Kuzey Irak'tır, Filistin'dir; dün Arap-İsrail savaşı ve bölgesel yönetimlerin istikrarsızlığı, despotizmiydi; bin yıl önce Roma'nın çözülüşü ve Haçlı Seferleri'ydi; yedinci yüzyılda Arap fetihleri bütün coğrafyayı etkiledi; iki bin üç yüz yıl önce Büyük İskender'in seferleri ve yayılmacılığının karmaşık sorunları gündemdeydi; üç bin iki yüz yıl önce Mısır ve Hitit güçleri arasındaki hegemonya savaşı döneme damgasını vurdu; dört bin yıl önce Akkad imparatorluğunun askeri gücü ve baskısı bütün bölgeyi sarstı. Kısacası, aradaki küçük "nefes alma" molalarını saymazsanız, bu topraklar barış ve huzur yüzü görmedi pek.  Yakındoğu'yu anlamanın yolu, onun çalkantılarla dolu tarihini tüm kesintisizliğiyle birlikte incelemekten ve kökleri binyıllar ötesine uzanan çok renkli kültürünün yaşadığı değişimleri belli bir bütünlük içinde kavramaktan geçiyor.

Ne yazık ki, böylesi bir çabanın önünde dikilen engellerin başında, bu önemli coğrafyanın tarihini uzun zaman dilimlerini kapsayacak biçimde ele alan Türkçe kaynakların yetersizliği gelmekte. Bırakın prehistoryayı, Bronz Çağı'ndan başlayacak biçimde bölgedeki yerleşimlerin ve sosyal yapılanmaların tarihini ele alacak kapsamlı kaynaklar bulmakla ilgili sorunlar her zaman karşımıza dikiliyor ve çözümü yabancı dillerdeki literatürü izlemekte buluyoruz. Bu anlamda, yaz başında yeni basımı yapılan, Amelie Kuhrt'un iki ciltlik "Eski Çağ'da Yakındoğu" adlı çalışması, kaynak yetersizliğinin azaltılması yolunda önemli bir adım.  

Amelie Kuhrt, Yakındoğu tarihi ve kültürel araştırmaları alanında, dünyadaki en önemli uzmanlardan biri. Dilimize Dilek Şendil'in (çok başarılı) çevirisiyle kazandırılan bu kitabıyla da, 1997 yılında, Eski Çağ tarihi alanındaki en prestijli ödüllerden biri olan, James Henry Breasted ödülüne layık görüldü. İki ciltte toplam bin sayfayı aşan "Eski Çağ'da Yakındoğu", Bronz Çağı'nın şafağında Mezopotamya ve Mısır'da ortaya çıkan büyük kentsel örgütlenmelerle başlayıp, Büyük İskender'in fetihlerine dek uzanan yaklaşık üç bin beş yüz yıllık bir tarih kesitini derinlemesine ele alarak, ayakları yere basan bir Yakındoğu resmi sunuyor bize. 

Bu "ayakları yere basan" nitelemesini, biraz açmakta yarar var. Zaman içinde gerilere doğru gittikçe, tarih araştırmaları "somut" denebilecek yazılı kaynak ve bulgulardan mahrum kalmaya ve eldeki kısıtlı sayıdaki kayıt ve bulgu üzerinden çıkarsamalar yapmaya yönelir kaçınılmaz olarak. Hele üzerinde çalıştığınız dönem günümüzden beş bin yıl öncelerine dek gidiyorsa, yalnızca arkeolojik bulguların seyrekliği değil, eldeki bölük pörçük yazılı belgelerdeki anlatıların tutarlılığı ve "anlaşılırlığı" da iyiden iyiye azalmaya başlar. Çünkü incelediğiniz kültürlerin size bıraktığı o az sayıdaki belge, "ölü diller"de yazılmıştır; deşifre çalışmaları ne denli başarılı olursa olsun, "dönemin ruhu"nu bilmediğiniz için, açık ve netmiş gibi görünen sözcüklerin binlerce yıl önce, o metinleri kaleme alanlar için neler ifade ettiğini hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğinizin farkındasınızdır.

Uzmanlar çalışıp tabletleri, papirüsleri, silindir mühürleri "okunabilir" hale getirirler ama bölük pörçük metinlerin hemen her satırına not düşülen soru işaretleri, bu kayıtların "anlaşılabilirliği"nin sınırlı olduğunu ortaya koyar.  Buna karşın, hatırı sayılır oranda "boşluk doldurma", tahmin ve spekülasyon yöntemlerine başvurarak, tarihçilerin sanki belli bir döneme ait her şey bütünüyle anlaşılmış gibi, kesinlik ifadelerine yaslanan metinler kaleme aldığına tanık oluruz. Büyük ve karanlık bir tünelin sağında solunda seyrek aralıklarla parlayan küçük mum ışıklarının aydınlattığı sınırlı alanlara bakarak, tünelin bütününü anlamaya çalışmak gibi çetrefil bir iştir aslında bu. İşte Amelie Kuhrt, bu noktada, eşine sık rastlanmayan bir titizlik ve kuşkuculuk sergileyerek, spekülasyon ve önyargılardan arındırılmış bir Yakındoğu tarihi sunmaya çalışıyor bize.

Çalışmanın hemen her adımında, aktarılan bilgilerin aslında ne kadar sınırlı ve eksik bulgulardan yola çıkılarak derlendiğini sürekli anımsatıyor ve kesinliği tartışmalı görüş, varsayım ve tahminleri bir yana bırakıp, bu yolculuğu somut bulgular üzerinden götürmeye özen gösteriyor. Kitabı okudukça, çok iyi bilindiğine inandığımız tarihsel dönem ya da olguların, aslında ne denli kısıtlı bilgiye yaslanarak yorumlanmaya çalışıldığını daha iyi görüyorsunuz. Daha da önemlisi, Eski Çağ tarihini anlayabilmek için elimizdeki en etkili dayanak olan arkeolojik çalışmaların günümüzde ne denli ciddi sorunlarla yüz yüze, büyük özveriler uzantısında sürdürüldüğünü anlıyorsunuz. 

Sümer şehir devletlerinden Akkad imparatorluğunun yükselişine; Mısır krallığının biçimlenmesinden Yakındoğu'daki güç savaşlarına; Hitit devletinden Levant bölgesindeki irili ufaklı krallıkların gelişimine dek, bütün ayrıntıları sergileyen titiz bir tarih çalışmasıyla karşı karşıyayız Kuhrt'un kitabında. Hemen belirtmek gerek ki, konuyla ilgili, temel ön bilgiye sahip okurları hedef alan, akademik bir çalışma bu. Ama kapsamı, akışı ve sunumuyla, her an elinizin altında bulunmasını isteyeceğiniz, çok değerli bir kaynak. Yakındoğu'yu dünü ve bugünüyle anlamak isteyen herkese hararetle öneririm.



İlk yayın: Vatan Kitap - 15 Temmuz 2014

09 Aralık 2014

Yok edilmenin eşiğindeki kadim inanç: Ezidilik


Yezidiler: Bir Toplumun, Kültürün ve Dinin Tarihi/ Birgül Açıkyıldız/ Alfa Yayınları

İslam inancının ilahi düzenin kurulmasına ilişkin anlatılarında, Tanrı tarafından ilk insan olarak yaratılan Adem’in “konumlandırılması”yla bağlantılı kritik bir “celse”den söz edilir. Buna göre Tanrı, Adem’i topraktan yaratıp ona can verdikten sonra meleklerini huzura çağırmış ve onlardan bu yeni yaratımına saygı göstererek secde etmesini istemiştir. Meleklerin hepsi bu isteğe tereddütsüz uyarak Adem’in karşısında secde ederler. Ancak bir tanesi, diğerleriyle aynı fikirde değildir: “Ateş”ten yaratılan, Tanrı’ya ait bir varlık olarak, topraktan yaratılmış bu yeni canlının önünde secde etmeyi reddeder ve Adem’in böylesine yukarıda konumlandırılmasına karşı itirazını dile getirir. Sonradan “İblis” adıyla bilinecek meleğin bu itaatsizliğinin bedeli, Tanrı tarafından kovulmak ve statüsünü yitirmek olacaktır. Yaratılışla ilgili bu ilk aşamadaki tavrı nedeniyle o artık kötülüğün ve olumsuzluğun sembolü “Şeytan” kimliğini almıştır.

Meleklerin “göksel” konumları ve Tanrı’yla olan yakınlıkları düşünüldüğünde, yukarıda aktarılan celse biraz kafa karıştırıcı görünmektedir: Evrensel düzenin yürümesinde Tanrı’nın habercileri ve yardımcıları olan bu ilahi varlıklar, ait oldukları “konsey” ile birlikte, dünyevi olan her şeyin üzerinde konumlandırılırken, onlardan niçin “etten-kemikten” bir yaratım karşısında secde etmeleri istenmiştir? Tektanrıcı inanç sistemleri, Tanrı’dan başka hiçbir varlık önünde eğilmemeyi vurgularken, ilk yaratılan insana böyle özel bir statü verilmesi, biraz “tuhaf” gelir kulağa. Hele bunu yapmayı reddeden meleğe verilen ağır cezayı, tektanrıcı düşüncenin kendi ilkeleri içinde bile anlamak kolay değildir.

14 Ekim 2014

Ortaçağ'ı yakından tanımak



Ortaçağ – Katedraller, Şövalyeler, Şehirler / Editör: Umberto Eco/ Çeviren: Leyla Tonguç Basmacı / Alfa Yayınları


Dürüstçe kabul edelim: İlk ve orta öğrenim hayatımız süresince ısıtılıp önümüze sürülen “tedrisat klişelerini” bir yana bırakırsak, tarihle arası çok da iyi olmayan bir toplumda yetiştik hepimiz. İçinde yaşadığımız dünyanın dinamik değişimlerini farklı göstergeleri değerlendirerek, zamanın akışkanlığı içinde inceleyip bugünü anlamaya çalışmak gibi bir alışkanlık edinemedik. Aslına bakarsanız, şu “tedrisat” sisteminin böyle bir kaygısı da olmadı pek. Çok yönlü nesnel bakış yerine tepeden inme peşin hükümleri; çözümleme yerine de ezberlenip zihinlere nakşedilecek değişmez şablonları ilköğretimden itibaren sistematik olarak şırınga etmeyi yeğleyen sistem, tarih bilincinin gelişmesine on yıllardır sekte vurdu, hâlâ da vurmaya devam ediyor.

İlkçağ tarihi ve prehistoryayla ilgili neredeyse elle tutulur hiçbir şey öğrenmeden tamamlarız öğrenim hayatımızı. Ortaçağ ile ilgili bildiklerimiz de, çoğunlukla önyargılarla beslenmiş kalıplarla sınırlıdır. Hani televizyon kanallarının muhabirleri ara sıra ellerine kamerayı alıp sokaklarda insanların burnuna mikrofonu uzatarak basit sorular yöneltirler ya; bunu temel tarih bilgisini test etmek için yapmayı deneseler, içler acısı bir manzara çıkar ortaya.

13 Ağustos 2014

Dağların Şeyhi: Bir Alamut efsanesi



Deniz seviyesinden iki bin metre yüksekteki dağlık bir bölgede, sarp kayalıklarla çevrili, yüksek bir tepe düşünün. Tırmanmanın mümkün olmadığı bu ürkütücü görünümlü tepenin kayalık zemininden en az yüz metre yüksekteki zirvesine konuşlanmış, sözcüğün tam anlamıyla “kartal yuvası” denebilecek bir de kale getirin gözlerinizin önüne. Giriş kapısına ulaşmanın tek yolunun, dik yamaçların arasından kıvrılarak geçen dar bir patika olduğu bu kale, görüş alanı içinde kalan, yine yüksek dağlarla çevrili bir vadiye ve onun ilerisinde göz alabildiğince uzanan verimli topraklara bütünüyle hakim. Vadinin derinliklerinde, dallarında birbirinden değişik ve lezzetli meyveleri taşıyan ağaçların yer aldığı, dört yanını çevreleyen kanallardan sürekli olarak bal, süt ve şarap akan, görkemli bir bahçe var. Pınarların kenarında, ağaçların altına oturmuş birbirinden güzel kızların şarkılar söyleyerek dans ettikleri, binbir renkli çiçeklerden yayılan güzel kokuların dört yanı kapladığı, rüya gibi bir bahçe bu. O denli etkileyici ki, ziyaret etme şansına sahip olan herkes, burasının“kutsal kitaplarda anlatılan cennet” olduğuna inanmakta tereddüt bile etmiyor.