24 Ekim 2015

Piramitler, heykeller, kuleler ve merdivenler



Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler / C.W. Ceram / Çev: Hayrullah Örs / Remzi Kitabevi

Bilinmeyenlerle dolu soluk kesici bir serüveni adımlayarak, binlerce yıldır kimsenin görmediği yolları izlemek; tortularına  yalnızca unutulmaya yüz tutmuş efsanelerde rastlanan mekân ve objeleri bulup gün ışığına çıkarmak; heyecan verici ve bir o kadar da tehlikeli yolculukları göze alıp, türlü olumsuzluklara karşın “mutlu sona” ulaşmak; çarpıcı, sansasyonel, büyüleyici bulguları gözler önüne sererek, insanlığın toplumsal belleğindeki derin boşluklardan birini ya da birkaçını doldurabilmenin hazzını tatmak. Arkeoloji tutkusu, modern dünyanın sıkıcı ve tekdüze yaşamlara hapsedilmiş insanlarının bazılarında, buna benzer umut, düş ve beklentilerden beslenerek yeşerir çoğu kez.

“El değmemiş” kadim tapınaklar, anıtlar, kayıp kentler ve ortaya çıktığında kimbilir hangi ezberlerimizi bozup bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyecek objeler, yazıtlar, belgeler için duyulan heyecan, dört yandan sıradanlıkla kuşatılmış ruhlar için hayali kurulan bir “çıkış yolu”dur. Daracık bir tünelde sürünerek ilerleyip, yolun sonunda gizli bir kapıyı açarak, eldeki meşalenin cılız aydınlığında bize göz kırpan bir “yeraltı odası”na ulaşmanın hazzını düşünün. Ya da balta girmemiş ormanların içinde bitki örtüsü tarafından bütünüyle gözlerden saklanmış bir taş tapınağın, tuzaklarla dolu geçitlerinde binlerce yıldır gezinen ilk insanın siz olduğunuzu gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Tıpkı İndiana Jones ya da popüler kültürün ünlü “imkânsızlıklar dedektifi” Martin Mystere gibi.


İşin düşler, coşku ve heyecanla ilgili kısmı yüzlerce yıldır büyüsünü koruyor olsa da, arkeolojinin “rutin dünyası” içinde Hollywood’un maceraperest arkeoloji profesörlerine ya da Bonelli Comics’in gizem avcısı çizgi roman kahramanlarına pek yer yok ne yazık ki. En azından, akademik dünyada “işler pek öyle yürümüyor” diyebiliriz. Arkeoloji dün olduğu gibi bugün de, insanoğlunun bu gezegen üzerinde yaşadığı görece kısa (ama bir insan ömrüne göre çok uzun) serüvenin kimi kesitlerini gün ışığına çıkarıp anlamak için elimizde bulunan çok az dayanaktan biri. Bugüne dek ortaya çıkarılmış kent, mezar, tapınak, anıt ve objeler göz kamaştırıcı bir yığın oluşturuyor olsa da, “bulunmayı bekleyen” kum tepeleri yanında bir avuç kumdan fazlasını oluşturmuyor. Dört yanına yayılarak tepe tepe kullandığımız bu gezegende, toprak altında aydınlatılmayı bekleyen kalıntıların belki de onda birine dahi ulaşılabilmiş değil henüz. Bulunanlar arasında hayretle irkilmemize ve “Vay canına” dememize neden olacakların sayısı da, bir hayli az. Buna karşın, daha aydınlatılacak çok şey var diye kürekleri malaları alıp, kafalarına göre orayı burayı kazmaya başlayamıyor arkeologlar.

Birincisi, bu kazı çalışmalarını gerçekleştirmek için gereken finansal kaynaklar gülünç derecede yetersiz. Deneyimli bir arkeolog ekibini ve çok sayıda işçiyi aylar, yıllar boyu bir arada tutup çalıştırabilecek; bu süreç içinde gerekli donanımın masrafını karşılayabilecek bütçeleri bulmak için inatçı ve sabırlı bekleyişler gerekiyor. İkincisi, uygarlığın beşiği denebilecek topraklarda güvenli ve sürekli kazı çalışmalarını gerçekleştirecek koşullar ne yazık ki pek kolay sağlanamıyor. 2003’teki savaş ve işgalden bu yana, kentlerdeki insanların bile can güvenliğinin sağlanamadığı Ortadoğu coğrafyasında kazı yürütmenin zorluğunu söylemeye bile gerek yok. Üçüncüsü, “akademik dünya” dediğimiz kalın kabuklu ve bürokratik yapı, kendine özgü ortodoks tutuculuğu içinde, yeni ve sıradışı araştırma projelerine o kadar dirençli ki, böyle bir tarladan İndiana Jones ya da Martin Mystere benzeri “devrimci”lerin yetişmesini beklemek, fantezi boyutlarını zorlayan bir iyimserliğin ötesine geçemiyor.

Peki bütün bu olumsuzluklara, durağanlığa ve düpedüz “sıkıcı” görüntülere rağmen, “arkeolojinin romanı” yazılabilir mi? En azından, günümüzden 66 yıl önce bunu gerçekleştirmeyi deneyen ve arkeoloji tutkunlarının gereksinim duyduğu “heyecan unsuru”nu biraz olsun canlı tutmaya çalışan biri var. Bu, kitaplarında C. W. Ceram takma adını kullanan Alman gazeteci, Kurt Willhelm Marek. İlk basımını 1949 yılında gerçekleştirdiği ünlü kitabı “Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler”de Marek, insanoğlunun geçmişini ortaya çıkarmak ve bugünü daha iyi anlamayı sağlamak için elimizdeki en önemli enstrüman olan arkeolojinin tarihini, akıp giden bir öyküler zinciri halinde bir araya getirirken, kitabın alt başlığını da “Arkeolojinin Romanı” olarak belirliyor.

“Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler”, Türkiye’de ilk kez 1969 yılında basıldı ve o günden bu yana da arkeolojiye ilgi duyanlarca merak ve keyifle okundu. Remzi Kitabevi, geçtiğimiz ay bu önemli ve popüler yapıtın güncellemelerle geliştirilmiş yeni baskısını bugünün okurlarıyla da buluşturmak üzere yeniden gerçekleştirmiş durumda. Eskiyen bilgilerin bir uzman gözetiminde ayıklanması, çok gerekli görülen yeni bilgilerin içeriğe yedirilmesi ve eskisine oranla çok daha göz alıcı bir kapak tasarımıyla Marek’in ya da bilinen adıyla Ceram’ın bu çalışması, raflarda arkeoloji tutkunlarını bekliyor.

Kitabın yapısından kısaca söz etmek, bir dizi parlak subjektif yorumu arka arkaya dizmekten elbette daha yararlı olacaktır; bu nedenle kişisel görüşleri bir yana bırakıp, bu yapıttan neler beklemelisiniz, onu anlatmaya çalışacağım.

Marek, arkeolojinin tarihini dört ana başlık altında toplayarak sunmayı uygun bulmuş. Bu çok parçalı yapı, kitabı “İstediğimiz yerden başlayabilir miyiz hocam?” sorusundan da kurtarıyor. Evet, istediğiniz yerden başlayabilirsiniz, çünkü her ne kadar birbiriyle iç içe geçen buluşma noktaları varsa da bu dört bölüm, Marek’in ayrı bir kitap gibi düşündüğü düzeyde kendi içinde bağımsız bir akışa sahip.

Birinci bölüm, “Heykeller Kitabı” olarak adlandırılmış. Günümüzden iki bin yılı aşkın bir süre önce Vezüv yanardağının gazabıyla yüz yüze kalmış Pompei ve Herculaneum kentlerinin, arkeologlarca gün ışığına çıkarılmasıyla başlıyor; ardından da Batı uygarlığının birincil dayanağı Greko-Romen kültürünün İlkçağ’a ait kalıntıları üzerinde yoğunlaşıyor. İçeriği ağırlıklı olarak Ege ve Batı Anadolu topraklarında, kadim Yunan uygarlığının izini süren arkeologların serüvenleri ve bulguları üzerine kurulu. Elbette bu alandaki arayışların ilk ve en çarpıcı örneklerinden Truva’nın keşfi de, Heinrich Schliemann’ın hırs ve tutkuları üzerinden “magazinel” değer katıyor Heykeller Kitabı’na. İngiliz arkeolog Sir Arthur Evans’ın Girit’te yürüttüğü kazılarda ünlü Knossos kentini gözler önüne çıkararak Minos uygarlığının fark edilmesini sağlaması da dahil, oldukça sürükleyici bir hikayeler zincirini ustalıkla aktarıyor Marek.

İkinci bölümün başlığı, “Piramitler Kitabı”. Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu uzunca bölüm, modern arkeolojinin içinde “Ejiptoloji” başlıklı ayrı bir disiplinin ortaya çıkmasını sağlayan, Mısır tarihi araştırmaları üzerine kurulu. Bir zamanlar “büyülü semboller” olarak görülen hiyerogliflerin, Fransız araştırmacı Jean-François Champollion tarafından sabırla çözülmesinin hikayesiyle başlayan bu bölüm, Eski Mısır’ın muhteşem anıt ve tapınaklarının keşiflerinin heyecanlı serüveniyle sürüyor. Çoğu kez, neredeyse bir “polisiye roman” tadında aktarılan bu çarpıcı hikayelerde, Giza piramitlerinin içindeki galeri ve odaların keşfinden, Krallar Vadisi’ndeki yüzlerce yıllık mezar soygunculuğu geleneğinin ortaya çıkarılmasına dek, ilgiyle okunacak çok şey bulacaksınız. Elbette buna, Howard Carter’ın “el değmemiş” halde bulduğu Tutankhamon’un mezar odasının keşfediliş hikayesi de tüm ayrıntılarıyla dahil. Maspero, Brugsch, Petrie, Mariette gibi Ejiptolojinin öncü isimlerinin çalışmaları ve yaptıkları buluşların ayrıntıları da, gerçekten roman tadında anlatılmış.

Üçüncü bölüm, “Kuleler Kitabı” başlığını taşıyor ve bütünüyle Mezopotamya’daki arkelojik bulgulara ayrılmış. Babil-Akad uygarlığının astronomi merakının göz kamaştırıcı ürünleri olan “Ziggurat” adlı gözlem kulelerinin görkeminden tutun, Sümer kentleri ve tarihin en eski tapınaklarının zor şartlar altında, iğneyle kuyu kazarcasına bulunmalarını anlatan renkli ve çarpıcı bir bölüm bu. Kil tabletler üzerine yazılan çivi yazısının deşifresi ve bu buluşun sağladığı olanaklarla on binlerce parçalık bir kütüphaneye ulaşmanın yarattığı heyecanı da unutmayalım. Tufan efsanelerinin ardındaki soru işaretleri, Nemrut’un devasa heykelleri, Babil’in ünlü asma bahçeleri ve Asurbanipal’in görkemli kentinin ayrıntılarına dek birçok şey, bir solukta okunacak biçimde aktarılıyor okura.

Dördüncü ve son bölümeyse, “Merdivenler Kitabı” adını vermiş Marek. Orta Amerika’nın yüzyıllarca sisler altında kalmış kadim uygarlıklarına ait kent, piramit ve tapınakların ortaya çıkarılmasını anlatan, kitabın en keyifli bölümlerinden biri bu. Diplomat (ve casus) John Stephens’ın, yanına ressam arkadaşı Frederick Catherwood’u da alarak, Yucatan yarımadasının cangıllarında unutulmuş bir büyük uygarlığı, Maya’ları dünyayla tanıştırma olanağı bulduğu heyecanlı gezi de dahil olmak üzere, bir macera hikayesi tadında okunuyor “Merdivenler Kitabı”. Basamaklı piramitlerin doruklarında yapılan gözlemler; “kutsal kuyu” çevresindeki ritüel ve kurban ayinleri; Maya’ların şaşırtıcı hassasiyetteki astronomi ve matematikleri, yine kolay okunur bir üslupla okuyucuya aktarılıyor.

“Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler”, hangi bölümden başlarsanız başlayın, azalmayan bir ilgiyle okuyacağınız, ustaca yazılmış bir kitap. Arkeolojiye meraklıysanız ve buna rağmen bu kitabı bugüne dek okumadı ya da duymadıysanız, neler kaçırdığınızı bilmiyorsunuz demektir. En azından, hiçbir bölümünde sıkılmadan, keyifle okuyup kitaplığınızda sürekli bulunmasını isteyeceğiniz bir kitapla karşı karşıya olduğunuzu garanti edebilirim.


İlk yayın: Vatan Kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder