24 Ekim 2015

Fanusun içinden çizgiler



Çizimler / Sylvia Plath / Çev: İlknur Özdemir / Kırmızı Kedi


Bazı hayatlar, diğerlerinden daha ağırdır. Otuz yıllık ömrüne çok da fazla eser sığdıramamasına karşın yirminci yüzyıl edebiyatının en çarpıcı, en dinamik ve en sıradışı isimlerinden biri olarak değerlendirilen ve bugün hâlâ çok insan için çağın en “esin verici” şair ve yazarlarından biri diyebileceğimiz Sylvia Plath’ın hayat hikâyesini düşününce akla gelen ilk cümlelerden biri bu. Sayıları ölümünden yıllar sonra katlanarak artan hayranlarını bu kadar derinden etkileyen şey onun ağır, can acıtıcı ve iniş çıkışlarla dolu ruhsal serüveninin trajik bir finalle noktalanması mıdır, yoksa kimi zaman ürpertici boyutlara ulaşan düşgücünün etkisiyle sözcüklere ve imgelere olağanüstü bir doğallıkla hükmetmesi midir, karar vermek zor. Yalnızca “sokaktaki okuru” değil, edebiyat dünyasının önde gelen isimlerini de dizelerinin büyüsüyle cezbetmiş bir şair ve tekniğiyle hayranlık uyandıran alışılmadık bir yazardır Plath. Sözgelimi Joyce Carol Oates onun için, “Savaş sonrası dönemde İngilizce yazan en etkili ve en tartışmalı şairlerden biri” ifadesini kullanır ve en sevilen şiirlerinden oluşan son dönem yapıtlarını “ince bir keskiyle kutup buzları üzerine yapılan yontulara” benzetir. Yine ünlü Amerikalı şair Robert Pinsky’ye göre Plath, “incinmiş bir düşgücünün etkisi ve dört nala koşan bir atın enerjisiyle imgeler ve ifadeler savuran” bir şairdir. Thomas McClanahan, onun “şiirsel sesini kadınlık ve masumiyetin intikamcısına dönüştüren bir vahşi şair” olduğundan söz eder.



Yorumlarda da görüldüğü üzere tanımlanmakta zorlanılan, alışılmadık, okuyucusunda derin izler bırakan ve bunları çok kısa bir ömre sığdırabildiği yapıtlarıyla başaran bir şair ve yazardan söz ettiğimizin bir kez daha altını çizmekte yarar var. Edebiyat dünyasındaki birçok isim için otuz yaş, henüz “yola yeni çıkmanın” zamanıdır ama Plath, kısa ve yoğun, fırtınalarla dolu yaşamını tam da bu yaşında, üstelik kendi isteğiyle noktalamıştır. Acıyla ve yaralanmayla iç içe geçen ruhsal süreçleri, kimi eleştirmenlere göre onu “umut ile gerçekçilik arasındaki sınırda koşturmuştur” çoğu kez ve yavaş yavaş ölümle saplantılı bir bağlılığa doğru yönlendirmiştir.

Alman asıllı bir ailenin kızı olarak 1932 yılında Amerika’da doğan Sylvia Plath, Smith College’de sürdürdüğü eğitimi sırasında kazandığı prestijli ödüllerle başlar dikkatleri üzerinde toplamaya. Ergenlik döneminden itibaren şiir ve kısa hikayeler yazmaya başlamış, bunların bazıları ulusal yayın organlarında kendine yer bulabilmiş ve beğeni toplamıştır. Geleceği parlak, “yıldız ışıltısına sahip” bir şair ve yazar izlenimi yaratmaktadır henüz ilkgençlik yıllarında. Ne var ki, yaşamını giderek derinden etkileyecek ağır depresyonları da, yine aynı dönemde başlar. Günlüğüne yazdığı bir notta, “Yaşamım büyülü bir biçimde iki elektrik akımı tarafından yönlendiriliyor,” diye söz eder ruhsal durumundan. “Neşe veren olumlu bir akım ve karamsarlaştıran olumsuz akım. Hangisi devredeyse hayatıma o egemen oluyor.” İki uç arasında gidip gelmesine yol açan bipolar rahatsızlığının oldukça naif bir tanımıdır bu.

İlk intihar girişimi sırasında, henüz daha on dokuz yaşındadır. Psikiyatrik bakıma alınır ve dönemin terapi anlayışı uzantısında elektroşok uygulamalarına maruz kalır. İyileştikten sonra Smith College’deki eğitimini tamamlar ve kazandığı bursla İngiltere’ye, Cambridge Üniversitesi’ne gider. Şair Ted Hughes ile buradaki bir konferans sırasında tanışacak ve ilişkileri kısa bir süre içinde çalkantılarla dolu bir evliliğe yönelecektir. Plath için uçlarda gezinen, coşku ve neşeyle karamsarlığın birbirini izlediği, kısa ama yoğun bir evredir Hughes ile olan birliktelikleri. 1962 yılında, yalnızca altı yıl süren evlilikleri noktalandığında, bakmakla yükümlü olduğu iki küçük çocuğu vardır ve ruhsal rahatsızlıkları yine hayatını zindana çevirmeye başlamıştır. Acı ve karamsarlık onu yoğun bir üretkenliğe sürüklerken, edebiyat dünyasına en önemli armağanlarından olduğu kabul edilen şiir kitabı “Ariel”i kaleme alır. Bir yıl sonra, içinde bulunduğu ağır depresyonun etkisiyle, evinin mutfağında kendini havagazıyla zehirleyerek intihar edecektir.

Kronolojik sıraya konup kilometre taşları sıralandığında, böylesine kısa bir yaşamdır işte Plath’ın sürdüğü. Ama o yoğun ruhsal süreçleri sırasında kaleme aldığı her şiir ve her öykü, izleyen yıllarda sözcüklerinden büyülenen bir hayranlar ordusu oluşturur. Elbette, yapıtları arasında belki de en çok yankı yaratanlardan biri olan, yarı otobiyografik romanı “Sırça Fanus”un bunda büyük etkisi olduğunu belirtmeden geçemeyiz. Ölümünden sonra popüler olan ve yıllar geçtikçe Plath dendiğinde ilk akla gelen yapıt halini alan bu roman, Türkiye’de de okurdan büyük ilgi gördü, hâlâ da görüyor.

Sylvia Plath’ın şiirindeki ürpertici dokuyu ve elbette ölüm saplantısını hissedebilmek için, onun dizeleri arasında kısa bir gezinti yeterli. Sözgelimi, adıyla İncil’deki bir ölüm/dirilme hikâyesine gönderme yapan “Lady Lazarus” (Cevat Çapan çevirisiyle) gibi:

Ölmek
Bir sanattır, her şey gibi
Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi

Öyle ustaca ki, insana korkunç geliyor
Öyle ustaca ki, gerçeklik duygusu veriyor
Bu konuda iddialıyım sanırım

Görülebileceği gibi, kimilerince ona uygun görülen “karanlığın şairi” nitelemesini hak edecek tonları barındırır Plath’ın dizeleri. Yüzeyde görünen sakin, mutedil, güleryüzlü ve sahte hayat tanımlamalarının üzerini kazır, derinlerindeki labirentlere doğru insanı irkilten bir cüretkârlıkla ilerler. Çoğu kişiyi tedirgin edecek karanlık, onun oyun bahçesi gibidir bir anlamda. Toplumsal maskeleri, ikiyüzlülükleri, yapaylıkları pervasızca didiklemesi, o karanlığın içinde önünü görebilme becerisiyle bağlantılıdır. İlkin etkiler, sonra büyülemeye başlar, derken ürkütür ve tedirgin eder ama her aşamasında okuyanda iz bırakır.

Şiirleri, hikâyeleri ve romanıyla yakından tanınan Plath’ın sanata ve resime olan tutkusu, görece çok daha az bilinen bir yönü. Oysa Plath, yaşamının önemli evrelerinde elinde eskiz defteriyle yollara düşen ve gördüğü, izlediği şeyleri resmetmeyi çok seven bir yazar. Kırmızı Kedi yayınları tarafından basılan “Sylvia Plath – Çizimler” adlı kitabın, bu nedenle, onun bu yanını tanımayan hayranlarına oldukça cazip geleceğini sanıyorum.

İlknur Özdemir tarafından Türkçeye çevrilen kitap, aslında yetmiş sayfalık küçük bir derleme. Sunuş yazısı, Plath’ın Ted Hughes ile evliliğinden olma kızı Frieda Hughes tarafından kaleme alınmış. İçeriği ise, yazarın hayatının değişik dönemlerinde İngiltere, Amerika, Fransa ve İspanya’da geçirdiği günlerden izlenimleri ve buralarda yaptığı çizimleri bir araya getiren dört ana bölümden ve en sona eklenmiş bir kısa biyografiden oluşuyor.

Frieda’nın yazdığı kısa sunuşta, hayatının merkezine şiiri yerleştiren Plath’ın aslında genç kızlığından itibaren resimle yakından ilgilendiğini ve özel öğretmenlerden dersler aldığını öğreniyoruz. Ted Hughes’un “Drawing” adlı şiirinde, resim yapmanın Plath’ı nasıl sakinleştirdiğini ve ruhuna iyi geldiğini dillendirdiğini anımsatan Frieda, annesinin yazdığı mektuplarda onun resim tutkusundan izler bulunduğundan da söz ediyor. Zaten oldukça sade ama başarılı bir editörlük çalışmasıyla hazırlanan bu mini derleme, her bölümde Plath’ın mektuplarından kısa bir seçki ve bu mektuplarda sözü edilen yerlerle ilgili resimler üzerine kurulmuş.

Yürek burkan, hüzünlendiren yanları da var elbette kitabın. (Genç yaşında kendi yaşamına son veren bu derece yaratıcı bir insana ait kitapta hüzün olmaması mümkün mü?) Bir kere, Plath’ın hayatının en coşkulu ve heyecanlı geçen bölümünün topu topu altı yıl sürdüğünü hissediyorsunuz. İngiltere’ye gidişi, duygularını ailesiyle ve elbette hayat arkadaşı Ted Hughes ile paylaşması, zaman zaman çocuksu bir sevinci, zaman zaman da hüzün ve içe kapanma duygularını sergileyen satırları yüzünüzde acı bir gülümsemeyle okuyorsunuz. Zaten mektuplardan yapılan seçkiler oldukça kısa; çünkü amacı, size resimlerle ilgili yol gösterici ve bilgilendirici ayrıntılar aktarıp, okuma/izleme keyfinizi artırmak. Her birinde, Plath’ın o sürekli dalgalanan ruh halinden, umut ve düşlerinden, endişelerinden kesitler buluyorsunuz.

Çizimlerin lezzetiyse, kitabın içindeki asıl mücevher belki de. Plath’ın, yalın, gösterişsiz, kimi zaman biraz ürpertici (özellikle mekânları betimleyenler) ama çoğundaki ince, titiz detaycılığı insanda hayranlık uyandırıyor. Tanıdığınızı sandığınız bir insanı yeniden keşfetmek ve bu keşiften hoşnutluk duymak gibi bir şey bu. Bir anlamda kitap, Plath hayranı okurlara gecikmeli de olsa sunulan bir tabak krema niteliği de taşıyor. Çayır çiçeklerinden devedikenine, kesitleriyle birlikte resmedilen bir at kestanesinden detayları üzerinde dikkatle çalışılmış bir şemsiyeye, çayırlara yayılıp uzanmış boğa resimlerinden iştah açıcı bir şarap şişesi eskizine, kentlerden seçilmiş manzaralardan portre çalışmalarına dek, birçok çizimin yer aldığı, sayfaları arasında zevkle gezinilen bir albüm bu. Plath hayranlarının, ellerinin altında olmasından keyif duyacaklarına inandığım bu kitapla güzel bir sürpriz yapan Kırmızı Kedi’ye teşekkür ederek noktalıyorum yazıyı.


İlk yayın: Vatan Kitap - 14 Eylül 2015


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder