07 Aralık 2015

Yeni Dünya ve panzehiri


Ada / Aldous Huxley / Çev: Seniha Akar / İthaki

Zehirli bir maddenin varlığını keşfedip onu analizden geçiren bir bilim insanının, bir sonraki aşamada bunun panzehirini geliştirmeye çalışmasına aşinayızdır; bilim dünyasında işler böyle yürür çünkü. Ama ürkütücü ve rahatsız edici bir gelecek öngören “distopya”sını kaleme almış bir yazarın, aradan belli bir süre geçtikten sonra bunun karşı kutbunu oluşturacak bir “ütopya” oluşturması pek de sık rastlanan bir durum değildir. Dünyanın ve insanlığın geleceğiyle ilgili karamsar öngörüleri besleyen bir zihinden, bir süre sonra bütünüyle farklı bir bakışla oluşturulmuş naif ve yumuşak bir model geliştirmesini beklemeyiz. Edebiyat dünyasında böylesi istisnai örneklerden söz edeceksek de, ilk ağızda Aldous Huxley’nin adını sayarız elbette. Kendi oluşturduğu “Cesur Yeni Dünya”sının tedirgin edici mekanikliğine bütünüyle farklı bir dokuya sahip “Ada” ile yanıt veren bu sıradışı yazar, ütopya ile distopyanın aynı zihinde buluşabilmesinin alışılmadık örneklerinden biridir.

24 Ekim 2015

Sıradışı bir faşistin biyografisi



Ezra Pound / Alec Marsh / Çev: Şahika Tokel / YKY


Bazı şairler ve yazarlar hakkında, eğer üzerinde herkesin anlaşmaya vardığı nitelemeler kolay kolay bulunamıyor ve değişik uçlarda gidip gelen yargı ve değerlendirmeler birbirini izliyorsa, kısaca “tartışmalı” etiketi kullanılır. Aslına bakacak olursanız, edebiyat dünyası bu tür “tartışmalı figürlerle” doludur diyebiliriz, rahatlıkla. Ama içlerinden ilk akla geleni saymasını istediğinizde birçok kişi muhtemelen Ezra Pound’un adını telaffuz edecektir. “Modernist şiirin çerçevesini çizen şair” olarak anılan Pound, hakkında “ama’sız cümle kurmanın” zor olduğu edebiyat simalarından biridir çünkü.

Bir kere, “katıksız bir faşist” olarak tanınır ve belki de ondan nefret etmeyi seçenlerin birincil ve en haklı gerekçesi budur. Birinici Dünya Savaşı’nın onda yarattığı ruhsal örselenme sonrası İtalya’ya yerleşmiş ve 1920’li yıllardan itibaren Benito Mussolini’nin faşist idealleriyle kucaklaşmaya başlamıştır. Dahası, 1930’lardan itibaren de Almanya’daki Nazi hareketinin sempatizanlarından biri haline gelmiş ve Adolf Hitler’e desteğini ifşa etmekten çekinmemiştir. Britanya Faşist Birliği’nin kurucusu, İngiliz faşisti Oswald Mosley’nin çıkardığı yayınlarda yazı yazmış ve nihayet, İkinci Dünya Savaşı yıllarında İtalyan hükümeti hesabına gerçekleştirdiği radyo yayınlarında ABD’yi, Yahudileri kıyasıya eleştirmiş; bir başka deyişle Faşist İtalya’nın “sesi” olmuştur. Bu nedenledir ki, savaş bitiminde bir “hain” olarak yargılanması ve cezalandırılması gelmiştir gündeme.

Fanusun içinden çizgiler



Çizimler / Sylvia Plath / Çev: İlknur Özdemir / Kırmızı Kedi


Bazı hayatlar, diğerlerinden daha ağırdır. Otuz yıllık ömrüne çok da fazla eser sığdıramamasına karşın yirminci yüzyıl edebiyatının en çarpıcı, en dinamik ve en sıradışı isimlerinden biri olarak değerlendirilen ve bugün hâlâ çok insan için çağın en “esin verici” şair ve yazarlarından biri diyebileceğimiz Sylvia Plath’ın hayat hikâyesini düşününce akla gelen ilk cümlelerden biri bu. Sayıları ölümünden yıllar sonra katlanarak artan hayranlarını bu kadar derinden etkileyen şey onun ağır, can acıtıcı ve iniş çıkışlarla dolu ruhsal serüveninin trajik bir finalle noktalanması mıdır, yoksa kimi zaman ürpertici boyutlara ulaşan düşgücünün etkisiyle sözcüklere ve imgelere olağanüstü bir doğallıkla hükmetmesi midir, karar vermek zor. Yalnızca “sokaktaki okuru” değil, edebiyat dünyasının önde gelen isimlerini de dizelerinin büyüsüyle cezbetmiş bir şair ve tekniğiyle hayranlık uyandıran alışılmadık bir yazardır Plath. Sözgelimi Joyce Carol Oates onun için, “Savaş sonrası dönemde İngilizce yazan en etkili ve en tartışmalı şairlerden biri” ifadesini kullanır ve en sevilen şiirlerinden oluşan son dönem yapıtlarını “ince bir keskiyle kutup buzları üzerine yapılan yontulara” benzetir. Yine ünlü Amerikalı şair Robert Pinsky’ye göre Plath, “incinmiş bir düşgücünün etkisi ve dört nala koşan bir atın enerjisiyle imgeler ve ifadeler savuran” bir şairdir. Thomas McClanahan, onun “şiirsel sesini kadınlık ve masumiyetin intikamcısına dönüştüren bir vahşi şair” olduğundan söz eder.

Bütün sabahlar, bütün duygular, bütün notalar




Dünyanın Bütün Sabahları / Pascal Quignard / Çev: Orçun Türkay / SEL Yayıncılık


Çok sevilen birinin ani ve beklenmedik kaybı, isterse yüreği kaya gibi katı ve buzdağları kadar soğuk olsun, hiçbir insanın yara almaksızın kolay göğüsleyebileceği bir şey değildir. Yitirilen kişiyi bir daha hiç göremeyecek ve onunla konuşamayacak olmanın verdiği tarifi zor yoksunluk duygusuna, geçmişle hesaplaşmanın getirdiği iç sızıları, pişmanlıklar, vicdani rahatsızlıklar ve tüm bunlara bağlı “Ah keşke”ler eşlik etmeye başlar çoğunlukla. Maddi dünyanın ve elbette sosyal gerekliliklerin dayattığı “Gösteri sürmeli” duygusu insanı olanca gücüyle akıp gitmeye devam eden yaşamın içine çeker ve yas tutmanın önüne ket vurmaya çalışırken, yürekte ve bilinçte hafifleyerek de olsa yaşanmayı sürdüren acı, giderek içselleşir, derinlere doğru inmeye başlar. Böyle bir kayıptan sonra zamanı algılayışımız da ister istemez farklılaşır; ne akşamlar eskisi gibi “akşam”dır artık, ne sabahlar aşina olduğumuz sabahlardır.

Tyler Durden geri döndü



Dövüş Kulübü 2 / Chuck Palahniuk - Cameron Stewart / Ayrıntı Yayınları


Chuck Palahniuk için “internet çağı yazarlarının en popülerlerinden biri” desek, pek de abartmış sayılmayız. Doksanlı yılların ikinci yarısından itibaren “aykırı edebiyat” dünyasının yıldızları arasına giren Ukrayna asıllı Amerikalı yazar, cüretkâr üslubu ve “başkaldırı kokularına bürünmüş” tarzıyla yakaladığı okur kitlesinin ilgi ve coşkusunu, internet üzerinde fan sayfalarıyla canlı  tutmayı başarabilen ender isimlerden biri.

Şu günlerde Türkçesi “Bir Haz Markası” adıyla yayımlanan ve tanıtımında “kadın hazzına dair karanlık pazarlama imkânları hakkında bir roman” ifadesiyle sunulan “Beautiful You” adlı yeni kitabıyla gündemde olsa da, Palahniuk’un bu muazzam popülaritesini büyük oranda 1996 tarihli “Dövüş Kulübü”ne borçlu olduğunu söylemekte bir sakınca yok. 1999’da sinemaya da aktarılan ve “modern kapitalist dünyada” derin yankılar uyandıran bu tuhaf ve “erkeksi” roman, onun adını kitap dünyasında bir “marka” haline getirme yolunda ciddi bir dönüm noktası olmuştu.

Bilinçdışının derinliklerine büyüleyici bir yolculuk



Kırmızı Kitap / C.G. Jung / Çeviren: Orhan Gündüz / Kaknüs Yayınları


Elimin altında, daha sayfalarını çevirmeye başlamadan içimi keyifli bir heyecanla dolduran, kıpkırmızı kapaklı bir kitap var. Üzerinde, “Liber Novus” yazıyor; Latince’deki anlamıyla, “Yeni Kitap”. Yazarı, belki de yirminci yüzyılın en sıradışı, en cüretkâr ve en etkileyici düşünürlerinden Carl Gustav Jung. Deyiş yerindeyse “insan ruhunun derinlikleri”nde çıktığı ürpertici yolculuklarla psikoloji bilimine bambaşka boyutlar getirmiş; yapıtlarıyla yalnızca meslektaşlarını değil, modern dünyanın tüm entelektüellerini etkileyerek güçlü bir esin kaynağı olmuş, öncü bilim insanlarından biri. Varlığı sınırlı sayıda dostu ve meslektaşı tarafından bilinmesine karşın basımı ancak ölümünden 48 yıl sonra gerçekleşen bu önemli çalışması, henüz elyazması halindeyken kaplattığı cildinin renginden ötürü “Kırmızı Kitap” adıyla biliniyor.

Piramitler, heykeller, kuleler ve merdivenler



Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler / C.W. Ceram / Çev: Hayrullah Örs / Remzi Kitabevi

Bilinmeyenlerle dolu soluk kesici bir serüveni adımlayarak, binlerce yıldır kimsenin görmediği yolları izlemek; tortularına  yalnızca unutulmaya yüz tutmuş efsanelerde rastlanan mekân ve objeleri bulup gün ışığına çıkarmak; heyecan verici ve bir o kadar da tehlikeli yolculukları göze alıp, türlü olumsuzluklara karşın “mutlu sona” ulaşmak; çarpıcı, sansasyonel, büyüleyici bulguları gözler önüne sererek, insanlığın toplumsal belleğindeki derin boşluklardan birini ya da birkaçını doldurabilmenin hazzını tatmak. Arkeoloji tutkusu, modern dünyanın sıkıcı ve tekdüze yaşamlara hapsedilmiş insanlarının bazılarında, buna benzer umut, düş ve beklentilerden beslenerek yeşerir çoğu kez.

“El değmemiş” kadim tapınaklar, anıtlar, kayıp kentler ve ortaya çıktığında kimbilir hangi ezberlerimizi bozup bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyecek objeler, yazıtlar, belgeler için duyulan heyecan, dört yandan sıradanlıkla kuşatılmış ruhlar için hayali kurulan bir “çıkış yolu”dur. Daracık bir tünelde sürünerek ilerleyip, yolun sonunda gizli bir kapıyı açarak, eldeki meşalenin cılız aydınlığında bize göz kırpan bir “yeraltı odası”na ulaşmanın hazzını düşünün. Ya da balta girmemiş ormanların içinde bitki örtüsü tarafından bütünüyle gözlerden saklanmış bir taş tapınağın, tuzaklarla dolu geçitlerinde binlerce yıldır gezinen ilk insanın siz olduğunuzu gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Tıpkı İndiana Jones ya da popüler kültürün ünlü “imkânsızlıklar dedektifi” Martin Mystere gibi.

Bir kaktüsün peşinde



Tarahumaralar Ülkesine Yolculuk / Antonin Artaud / Çev. Bahadır Gülmez / Everest

Birkaç minik parçası tüketildiğinde insanın algı sistemini ciddi biçimde etkileyerek tuhaf ve ürpertici hayaller gördüren, halüsinojen etkileri herkesçe malum bir kaktüs marifetiyle yaşanan “trip”lerle ilgili bir günce, bugünün okuruna pek de ilgi çekici gelmeyebilir. Ama söz konusu deneyimleri yaşayan kişi, yirminci yüzyılın sıradışı sanatçılarından Antonin Artaud olunca, işler biraz değişiyor. İzmir kökenli bir Yunan ailenin çocuğu olarak Marsilya’da doğan bu Fransız şair, oyun yazarı, senarist ve yönetmen, hayatının en çaresiz evrelerinden birini geçirdiği Meksika’daki  mistik “peyote” deneyimlerini, çok da fazla bilinmeyen “Tarahumaralar Ülkesine Yolculuk” adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatmış. Yeni dünyanın Aztekler soyundan gelen Tarahumara kabilesiyle birlikte geçirdiği günlerde içinde yer aldığı şamanik ritüeller, Artaud’nun acılı zihinsel süreçlerine ışık tutan bu notlarda dile getiriliyor. Her şeyin merkezinde “algılar”, “gerçeklik” ve elbette halüsinojenlerin şahı Peyote var.

Kokuların izini sürmek



Kokular Kitabı / Vedat Ozan / Everest

Kokuların çağrışım etkisinin ne kadar güçlü olduğunu hepimiz bir şekilde biliriz. Anılarımızın depolandığı yerdeki “veri dökümü” içinde (artık nasıl bir şeyse bu) çoğu kez bir ya da birkaç koku kendine yer bulmayı başarmıştır. Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde bu kokulara maruz kaldığımızda, kimi zaman ilişkili olduğu anı aniden belleğimiz içinde canlanıverir, kimi zaman da o anının bize yaşattığı duyguyu farkında olmaksızın yeniden deneyimleriz. Görüntü ya da sesten çok daha “hızlı” etkisini hissettiren bir faktördür koku, bellek kayıtlarımız içinde. Güzel kokular, ferahlatıcı kokular, rahatsız edici kokular, ağır kokular...

Sözgelimi, çocukluğumla ilgili anılar arasına karışmış kokuların en etkili (ve belki de en rahatsız edici) olanlarından biri, o zamanlar başka türlü adlandırmayı bilemediğimiz için kendimizce “aşı kokusu” diye adlandırdığımız kokudur. Okul yıllarım boyunca “iğneyle” aram hiç iyi olmadı. İlkokuldayken, teneffüs saatinde koridora çıkıp o kokuyu aldığımız anda, ürkek bir fısıltı dolaşır dururdu aramızda hemen: “Aşı var lan, aşı var!” Fısıltı dediğime bakmayın, giderek çığlıklaşan, çaresiz bir ünlemeye dönüşürdü o ses. Bir sonraki ders boyunca kafamızın içinde soru işaretleri dolaşır dururdu: “Gerçekten aşı mı olacağız acaba? Belki de yanılmışızdır, o koku başka bir şeydir?”

Edebiyat tarihinin en sevilen “Prens”i




Benim için Küçük Prens, “yetişkinler için yazılmış en güzel çocuk kitabı” nitelemesini sonuna dek hak eden, modern döneme ait en çarpıcı anlatılardan biri. O kadar içime işlemiş ve ruhumun derinliklerine yerleşmiş ki, ilk kez ne zaman okuduğumu hatırlamakta bile güçlük çekiyorum. Sanki her zaman bildiğim; belleğimin koridorlarında kuytu bir yere yerleşip, her fırsatını bulduğunda küçücük bir çağrışımla varlığını hatırlatmayı başarmış, etkili bir arketipler yumağı gibi. Belli aralıklarla içimde yeniden sayfalarını çevirme isteği uyandıran; her seferinde yeni bir ayrıntıyı bir kez daha yakalamanın hazzıyla defalarca okuduğum; tuhaf, hüzünlü ama bir o kadar da insanın içini ısıtan bir “yenilgi hikâyesi” demeliyim belki de.

Uygarlığın beşiğini tanımak ve anlamak



Tarihin Başlangıçları / Pierre Bordeuil, Françoise Briquel-Chatonnet, Cecile Michel / Çev: Levent Başaran / ALFA


Bildiğimiz ve tanımladığımız biçimiyle “uygarlık” sürecinin ilk filizlerine ev sahipliği yapmış bir coğrafyada yaşıyoruz. İnsanlık tarihindeki en önemli evrelerden birinin ortaya çıktığı; toplumun sosyal ve siyasal kurumlarını da biçimlendirerek örgütlenmeye başladığı topraklar üzerinde geziniyoruz yani. Bunun keyif alınabilecek yanları da var, ağır sorumluluk yükleyen yanları da. Her şeyden önce, yaygın deyişle “uygarlığa beşik olmuş” bir bölgede yaşıyorsanız, tüm insanlığın tarihiyle ilgili en değerli mirası da elinizde tutuyorsunuz demektirki, bunu koruma gerekliliği de doğal olarak omuzlarınıza yüklenmiştir. Oysa yine bu coğrafya, kültürel ve tarihi varlıklara sahip çıkıp onların zarar görmesini önlemenin en zor olduğu bölgelerden biridir. 2003’te Irak’ın işgaliyle başlayıp, son birkaç yıldır Ortadoğu’ya dehşetengiz görüntüler yaşatan Suriye iç savaşıyla devam etmekteki kaos, binlerce can kaybının yanı sıra, bir daha asla yerine konamayacak tarihsel varlıkların yok olması gibi bir tehlikeyi gündeme getirmiştir çünkü. Suriye’nin kuzeyindeki savaş ve talan, Nineve başta olmak üzere, bu bölgenin en önemli tarihsel yerleşim merkezlerini, telafisi mümkün olmayan kayıplarla yüz yüze bırakmıştır. Eğer bir şekilde durdurulmazsa, bu barbarlığın tüm insanlığa faturası sanılandan çok daha büyük olacağa benzemektedir.

Hayata 1-0 yenik başlayanların hikâyeleri



Çocuklar İnsandır / Yaşar Kemal / YKY

Çocukları sevmek başka şey, onları gerçekten anlamak ya da en azından “anlamaya istekli” olmak başka şey. Asıl zor olanıysa, yetişkinliğin “aşınmış” ruh haline rağmen çocuklarla iletişim kurmayı becermek. Doğru ve etkili iletişim kuracaksınız ki, onları gerçekten anlayabilesiniz. Bunun için de, her şeyden önce çocukların size güvenmesini sağlamak zorundasınız. Kendini  yukarılarda bir yerlerde konumlandırıp, onlara uzaktan bakan biri gibi görmeyecekler ki sizi, güvensinler ve iç dünyalarını hiç tedirginlik duymadan açıp sergilesinler. Size açılan o dünyaya önyargısızca erişmeye başladığınız andan itibaren çocuklarla iletişiminiz sağlıklı hale gelebilir ancak; onları doğru anlamanın sırrı da burada yatar.

Odin, Thor ve Freya'nın ülkesine yolculuk




Viking Dünyası / Stefan Brink – Neil Price (Ed.) / Çev: Ebru Kılıç / ALFA


Kuzeyin büyüsü, güneşin neredeyse hiç batmadığı yaz başlarında İskandinavya’ya yapılacak turistik gezilerle ya da Stockholm, Oslo, Kopenhag gibi modern kentlerdeki pub ve kulüplerin keyifli atmosferiyle hissedilemez. Kuzey, bundan çok daha fazlasıdır: İlikleri donduran buzdur, kış boyunca bitmek bilmeyen gecedir, gün ortasındaki karanlıktır, soğuktur, ürpertidir. Elbette, bütün bunların yanı sıra, binyıllar içinde geriye doğru gittikçe izlerinin sürülmesi iyice güçleşen o muazzam “Norse” kültürüdür. Ortadoğu’nun ve Akdeniz havzasının insanlarına ilkçağdan itibaren ürkütücü ve kimi zaman “tekinsiz” gelmiş o sert ve karanlık mitolojinin koridorlarında gezinmeden, İskandinav kültürünün “markası” haline gelmiş Viking’leri de anlayamazsınız, Avrupa tarihinin önemli ve etkili bir parçasını da.

01 Ocak 2015

Sıkıntı fıtratımızda var


Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi / Peter Toohey / Çev: Zeynep Yılmaz / Doğan Kitap

Can sıkıntısından kaçış yok. Hayatın içinde bazen düzensiz aralıklarla, bazen de sık sık, o tatsız “sıkılma” duygusuna maruz kalıyoruz hepimiz. Kolay tanımlayamadığımız, ayrıntılarını çözümlemeyi pek de beceremediğimiz “flu” bir ruh hali olmasına karşın, adlandırmakta fazla tereddüt etmiyoruz: “Off, canım sıkılıyor.”

Kimi zaman popüler yayın organlarında konuya ilişkin deneme ya da makalelerin, can sıkıntısı dediğimiz bu belirsiz duygusal karmaşayı “modern çağ” insanlarına özgü bir durummuş gibi değerlendirdiklerine tanık oluruz. Bu bakışa göre hayatın temposu bir yandan alabildiğine hızlanırken, bir yandan da fazlasıyla tekdüze bir görünüm vermeye başlamıştır ve artan beklentilerini bu tekdüzelik içinde karşılamakta zorlanan modern insan, can sıkıntısı dediğimiz ruh haliyle iç içe yaşar hale gelmiştir. Daha yaygın bir yaklaşım, can sıkıntısı kavramının zaman ya da çağlardan bağımsız biçimde yalnızca insana özgü bir durum olduğunu; çünkü (hayvanlar alemindeki diğer türlerden farklı olarak) insanın yalnızca temel gereksinimlerinin karşılanmasıyla yetinmediğini dile getirir. Zihinsel ya da spiritüel beklentiler “ayırıcı özellik” olarak insanda o kadar derinleşmiştir ki, “her şeyin yolunda olduğu” dönemlerde bile sıkıntı, yapışkan ve sevimsiz bir yol arkadaşı gibi karşımıza çıkıp durur. Bu noktadan hareketle bazen can sıkıntısı, insanın zihinsel süreçleriyle bağlantılı apaçık bir “felsefi sorun” haline bile gelebilmektedir. Bir başka deyişle, durmaksızın çalışan bir zihnin oluşturduğu “farkındalık hali”, kimi zaman başa bela olmaya başlayarak can sıkıntısını tetikleyebilmektedir.

Eski Yakındoğu'da ayakları yere basan bir gezinti


Amelie Kuhrt / Eski Çağ'da Yakındoğu / Çev: Dilek Şendil / İş Bankası Kültür Yayınları  

Üzerinde yaşadığımız topraklarla ilgili birçok şey söylenebilir: Uygarlığın beşiği, kültürler kavşağı, Eski Dünya'nın merkezi, tarihin başladığı yer ya da inanç ve düşünce sistemlerinin anayurdu gibi. Ama kurulacak cümleler ve kullanılacak çağrışım zincirleri ne olursa olsun, adına Yakındoğu dediğimiz bu coğrafyayla ilgili dile getireceğimiz anlatımlarda gönül rahatlığıyla kullanamayacağımız sözcüklerden biri, "huzur" olur herhalde. Bugün İran'ın batısından Ege adalarına, Anadolu'dan Mısır'a dek uzanan bu bölgede yaşanan gelişmeleri gözden geçirdiğimizde yüz yüze geldiğimiz çalkantılarla dolu, hüzün ve acılarla iç içe geçmiş kaotik manzara, beş bin yılı aşkın bir süredir Yakındoğu'nun neredeyse değişmez yazgısı olmuş dersek, abartmış sayılmayız. Birilerinin cetvelle çizdiği, çıkar ve hegemonya alanlarını belirleyen sınırlar değişir; ülke ve bölge adları zaman içinde farklılaşır; etnik ve kültürel dokular zamana yayılmış biçimde dalgalanıp durur ama o karmaşa, huzursuzluk ve acılarla yoğrulma hali hiç bitmez.


Yakındoğu için her şeyi söyleyebilirsiniz ama kuracağınız cümlelerde "huzur" ve "dinginlik" sözcüklerine yer bulamazsınız bir türlü. Bugün sorun Suriye'dir, IŞİD'dir, Kuzey Irak'tır, Filistin'dir; dün Arap-İsrail savaşı ve bölgesel yönetimlerin istikrarsızlığı, despotizmiydi; bin yıl önce Roma'nın çözülüşü ve Haçlı Seferleri'ydi; yedinci yüzyılda Arap fetihleri bütün coğrafyayı etkiledi; iki bin üç yüz yıl önce Büyük İskender'in seferleri ve yayılmacılığının karmaşık sorunları gündemdeydi; üç bin iki yüz yıl önce Mısır ve Hitit güçleri arasındaki hegemonya savaşı döneme damgasını vurdu; dört bin yıl önce Akkad imparatorluğunun askeri gücü ve baskısı bütün bölgeyi sarstı. Kısacası, aradaki küçük "nefes alma" molalarını saymazsanız, bu topraklar barış ve huzur yüzü görmedi pek.  Yakındoğu'yu anlamanın yolu, onun çalkantılarla dolu tarihini tüm kesintisizliğiyle birlikte incelemekten ve kökleri binyıllar ötesine uzanan çok renkli kültürünün yaşadığı değişimleri belli bir bütünlük içinde kavramaktan geçiyor.

Ne yazık ki, böylesi bir çabanın önünde dikilen engellerin başında, bu önemli coğrafyanın tarihini uzun zaman dilimlerini kapsayacak biçimde ele alan Türkçe kaynakların yetersizliği gelmekte. Bırakın prehistoryayı, Bronz Çağı'ndan başlayacak biçimde bölgedeki yerleşimlerin ve sosyal yapılanmaların tarihini ele alacak kapsamlı kaynaklar bulmakla ilgili sorunlar her zaman karşımıza dikiliyor ve çözümü yabancı dillerdeki literatürü izlemekte buluyoruz. Bu anlamda, yaz başında yeni basımı yapılan, Amelie Kuhrt'un iki ciltlik "Eski Çağ'da Yakındoğu" adlı çalışması, kaynak yetersizliğinin azaltılması yolunda önemli bir adım.  

Amelie Kuhrt, Yakındoğu tarihi ve kültürel araştırmaları alanında, dünyadaki en önemli uzmanlardan biri. Dilimize Dilek Şendil'in (çok başarılı) çevirisiyle kazandırılan bu kitabıyla da, 1997 yılında, Eski Çağ tarihi alanındaki en prestijli ödüllerden biri olan, James Henry Breasted ödülüne layık görüldü. İki ciltte toplam bin sayfayı aşan "Eski Çağ'da Yakındoğu", Bronz Çağı'nın şafağında Mezopotamya ve Mısır'da ortaya çıkan büyük kentsel örgütlenmelerle başlayıp, Büyük İskender'in fetihlerine dek uzanan yaklaşık üç bin beş yüz yıllık bir tarih kesitini derinlemesine ele alarak, ayakları yere basan bir Yakındoğu resmi sunuyor bize. 

Bu "ayakları yere basan" nitelemesini, biraz açmakta yarar var. Zaman içinde gerilere doğru gittikçe, tarih araştırmaları "somut" denebilecek yazılı kaynak ve bulgulardan mahrum kalmaya ve eldeki kısıtlı sayıdaki kayıt ve bulgu üzerinden çıkarsamalar yapmaya yönelir kaçınılmaz olarak. Hele üzerinde çalıştığınız dönem günümüzden beş bin yıl öncelerine dek gidiyorsa, yalnızca arkeolojik bulguların seyrekliği değil, eldeki bölük pörçük yazılı belgelerdeki anlatıların tutarlılığı ve "anlaşılırlığı" da iyiden iyiye azalmaya başlar. Çünkü incelediğiniz kültürlerin size bıraktığı o az sayıdaki belge, "ölü diller"de yazılmıştır; deşifre çalışmaları ne denli başarılı olursa olsun, "dönemin ruhu"nu bilmediğiniz için, açık ve netmiş gibi görünen sözcüklerin binlerce yıl önce, o metinleri kaleme alanlar için neler ifade ettiğini hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğinizin farkındasınızdır.

Uzmanlar çalışıp tabletleri, papirüsleri, silindir mühürleri "okunabilir" hale getirirler ama bölük pörçük metinlerin hemen her satırına not düşülen soru işaretleri, bu kayıtların "anlaşılabilirliği"nin sınırlı olduğunu ortaya koyar.  Buna karşın, hatırı sayılır oranda "boşluk doldurma", tahmin ve spekülasyon yöntemlerine başvurarak, tarihçilerin sanki belli bir döneme ait her şey bütünüyle anlaşılmış gibi, kesinlik ifadelerine yaslanan metinler kaleme aldığına tanık oluruz. Büyük ve karanlık bir tünelin sağında solunda seyrek aralıklarla parlayan küçük mum ışıklarının aydınlattığı sınırlı alanlara bakarak, tünelin bütününü anlamaya çalışmak gibi çetrefil bir iştir aslında bu. İşte Amelie Kuhrt, bu noktada, eşine sık rastlanmayan bir titizlik ve kuşkuculuk sergileyerek, spekülasyon ve önyargılardan arındırılmış bir Yakındoğu tarihi sunmaya çalışıyor bize.

Çalışmanın hemen her adımında, aktarılan bilgilerin aslında ne kadar sınırlı ve eksik bulgulardan yola çıkılarak derlendiğini sürekli anımsatıyor ve kesinliği tartışmalı görüş, varsayım ve tahminleri bir yana bırakıp, bu yolculuğu somut bulgular üzerinden götürmeye özen gösteriyor. Kitabı okudukça, çok iyi bilindiğine inandığımız tarihsel dönem ya da olguların, aslında ne denli kısıtlı bilgiye yaslanarak yorumlanmaya çalışıldığını daha iyi görüyorsunuz. Daha da önemlisi, Eski Çağ tarihini anlayabilmek için elimizdeki en etkili dayanak olan arkeolojik çalışmaların günümüzde ne denli ciddi sorunlarla yüz yüze, büyük özveriler uzantısında sürdürüldüğünü anlıyorsunuz. 

Sümer şehir devletlerinden Akkad imparatorluğunun yükselişine; Mısır krallığının biçimlenmesinden Yakındoğu'daki güç savaşlarına; Hitit devletinden Levant bölgesindeki irili ufaklı krallıkların gelişimine dek, bütün ayrıntıları sergileyen titiz bir tarih çalışmasıyla karşı karşıyayız Kuhrt'un kitabında. Hemen belirtmek gerek ki, konuyla ilgili, temel ön bilgiye sahip okurları hedef alan, akademik bir çalışma bu. Ama kapsamı, akışı ve sunumuyla, her an elinizin altında bulunmasını isteyeceğiniz, çok değerli bir kaynak. Yakındoğu'yu dünü ve bugünüyle anlamak isteyen herkese hararetle öneririm.



İlk yayın: Vatan Kitap - 15 Temmuz 2014