24 Ekim 2015

Bütün sabahlar, bütün duygular, bütün notalar




Dünyanın Bütün Sabahları / Pascal Quignard / Çev: Orçun Türkay / SEL Yayıncılık


Çok sevilen birinin ani ve beklenmedik kaybı, isterse yüreği kaya gibi katı ve buzdağları kadar soğuk olsun, hiçbir insanın yara almaksızın kolay göğüsleyebileceği bir şey değildir. Yitirilen kişiyi bir daha hiç göremeyecek ve onunla konuşamayacak olmanın verdiği tarifi zor yoksunluk duygusuna, geçmişle hesaplaşmanın getirdiği iç sızıları, pişmanlıklar, vicdani rahatsızlıklar ve tüm bunlara bağlı “Ah keşke”ler eşlik etmeye başlar çoğunlukla. Maddi dünyanın ve elbette sosyal gerekliliklerin dayattığı “Gösteri sürmeli” duygusu insanı olanca gücüyle akıp gitmeye devam eden yaşamın içine çeker ve yas tutmanın önüne ket vurmaya çalışırken, yürekte ve bilinçte hafifleyerek de olsa yaşanmayı sürdüren acı, giderek içselleşir, derinlere doğru inmeye başlar. Böyle bir kayıptan sonra zamanı algılayışımız da ister istemez farklılaşır; ne akşamlar eskisi gibi “akşam”dır artık, ne sabahlar aşina olduğumuz sabahlardır.




“Dünyanın bütün sabahları bir daha dönmeyesiye, uçup gider.” Belki de tüm bu tanımlanması güç duygusal çalkantıları en yalın ve en çıplak haliyle özetleyen cümlelerden biridir bu. Peki bu denli düz, kısa ve keskin bir cümle üzerine koca bir anlatıyı, hatta bir romanı kurmak mümkün müdür? Fransız yazar Pascal Quignard, 1991’de yayımlanan “Dünyanın Bütün Sabahları” adlı romanında tam da bunu yapmış aslına bakarsanız. Yaklaşık yüz sayfalık bu sıradışı anlatının ancak sonlarına doğru, yirmi altıncı bölümün ilk cümlesinde okurun karşısına çıkan iç acıtıcı cümle, on yedinci yüzyılın son çeyreğinde yoğunlaşan hikâyenin dokusuna o denli akışkan biçimde yerleşmiş ki, kitabı elinizden bıraktığınızda kendinizi aynı ifadeyi içinizden yinelerken buluyorsunuz. Dünyanın bütün sabahları, şu ana dek yaşanmış olan tüm sabahlar, bir daha dönmeyesiye, uçup gider.

Aslında Quignard’ın bu ünlü yapıtına “roman” demek ne kadar doğrudur, bilemiyorum. Birçok yönüyle, içinde küçük ağıt parçacıkları barındıran, yer yer masalsı bir dille sarmalanmış bir uzun öykü duygusu bırakıyor insanda. İlk paragrafından itibaren o kadar kolay izlenebilen ve hızla okunmaya elverişli bir yapısı var ki, bir öğleden sonra kahvenizi yudumlarken sayfalarını çevirmeye başlasanız, beş çayı saatinden önce bitirip, üzerinde düşünmeye başlarken bulabilirsiniz kendinizi. Bunu söylerken, yalnızca kitabın sayfa hacminin küçüklüğünden söz etmiyorum. Yazarın, bundan üç yüz küsur yıl önce yaşananlar üzerine kurguladığı anlatının dili ne kadar akıcı ve kolay okunur nitelik taşırsa taşısın, aslında hemen her bölümdeki yüklü çağrışım ve göndermeler sayesinde, hacminden beklenmeyecek bir “yoğunluğa” sahip. “Dünyanın Bütün Sabahları”nı bir romandan çok bir tür büyülü uzun öyküye, hatta masala yaklaştıran şey, Quignard’ın karakterlerinin okurda alabildiğine naif ve uçucu, “başka bir dünyaya ait” izlenimi bırakması.

Oysa Fransa’nın en prestijli ödüllerinden Goncourt’a sahip bu ünlü yazar, 17’nci yüzyıl sonlarındaki bir zaman çizelgesine yerleştirdiği bu sıradışı kahramanlarını ve onların çevresinde biçimlenen olay örgüsünü, bütünüyle kendi düşgücüne yaslanarak yaratmamış. Başta romanın merkez karakteri Sainte-Colombe ve onun parlak öğrencisi Marin Marais olmak üzere “Dünyanın Bütün Sabahları”ndaki karakterlerin birçoğu, Fransız tarihinin haklarında çok da fazla şey bilinmeyen önemli müzisyenleri. Anlatının ekseninde de, bu karakterlerin uğraşı alanlarına uygun olarak, müzik var elbette. Öyle ki, kimi bölümlerde sayfaları çevirirken, bir viyolanın hüzünlü nağmelerini ya da yayın teller üzerinde kayarken çıkardığı sesleri duyar gibi oluyorsunuz. Daha ilk bölümünden itibaren Quignard’ın kitabı, sizi müziğin büyüsüyle yakalamaya başlıyor.

Ana karakter Monsieur de Sainte-Colombe, gerçekten de on yedinci yüzyıl Fransa’sının oldukça önemli müzisyen ve bestecilerinden biri. Buna karşılık, hakkında bilinenlerin bir hayli sınırlı olması ve belirsizliklerin gölgesinde kalması nedeniyle, yaşam hikâyesi yoğun bir gizem bulutuyla örtülmüş durumda. Kimi tarihçiler onun Katalan asıllı olduğundan söz ederken, kimileriyse Lyon asıllı ve Protestan olduğunu ileri sürüyor; aile geçmişiyle ilgili anlatılanların büyük bölümü de, veri azlığı nedeniyle geniş oranda spekülasyonlara dayanıyor. Ama bunca belirsizlik ve gizem içinde bildiğimiz birkaç kesin nokta var: Birincisi, Sainte-Colombe’un büyük bir viyola ustası olarak ün saldığı ve hatta bas viyolaya yedinci teli ekleyerek ses zenginliğini arttıranın bizzat o olduğu. İkincisi de, eşinin beklenmedik ölümünden sonra çok sevdiği iki kızıyla birlikte bir tür münzevi hayatı yaşadığı. Zaten Quignard da kurgusunu esas olarak bu iki nokta üzerine oturtmuş.

Romanı okumamış olanlar için “spoiler” vermemeye dikkat ederek, anlatının içeriğinden biraz söz edelim: Eşini yitirdikten sonra büyük bir ruhsal sarsıntı geçiren ve kendini neredeyse bütünüyle dış dünyaya kapayan Monsieur Sainte-Colombe, ünlü bir viyola ustası ve bestecidir. Küçük yaşta annelerini yitiren iki kızıyla birlikte, Paris yakınlarında kendine ait toprağında yaşamaktadır. Sınıfsal avantajları ona çalışmadan hayatını sürdürebilme şansı verdiği için, bu gönüllü inzivayı daha kolay gerçekleştirebilmektedir elbette. Çok az kişiyle görüşmekte, nadiren viyolasıyla birlikte insanların önüne çıkmakta, yalnızca bildiği dost ortamlarında müzik yapmaktadır. Bestelerini yalnızca kendisi ve zaman zaman hayaliyle baş başa kalıp konuştuğu eşi için yapar, bunları kimseyle paylaşmaz. Kral XIV’ncü Louis onun göz kamaştırıcı yeteneğini duyup baş müzisyenlerini evine yollamış ve saray için çalışmasını talep etmiştir defalarca ama o bu ısrarlı teklifleri elinin tersiyle bir kenara itmiştir. Müzik yapmak başka, “müzisyen olmak” başkadır onun için. Müziği bir avuç aristokratı eğlendirmek için, gösterişli saraylarda icra etmek, düşünebileceği ve isteyebileceği son şeydir.

Kızları büyümeye başladıkça, onlara da sanatını öğretmeye başlar yavaş yavaş. İkisi de viyolanın tüm inceliklerini, onun en büyük üstatlarından biri olan babalarından öğrenir ve kendilerini geliştirirler. Zaman zaman iki kızıyla birlikte, sınırlı sayıda insanın önünde, dinleyenlerin kendinden geçtiği mini konserler vermektedir. Bunun dışında Sainte-Colombe’un tüm dünyası, kendi kendine kaldığı ve karısı için viyolaya dokunduğu o yalnız ve hüzünlü anlardır. Günün birinde, kapılarını Marin Marais adlı bir genç çalar. Elinde, önemli bir müzisyenden bir tavsiye mektubu vardır ve Sainte-Colombe’un öğrencisi olmayı talep etmektedir. Oldukça yetenekli ve usta olan genç müzisyeni öğrenci olarak kabul etmekte uzun süre nazlanan Sainte-Colombe sonunda ısrarlara dayanamaz ve ona viyola dersleri vermeye başlar. Bu süre içinde genç müzisyen, ustasının iki güzel kızıyla da duygusal ve şehvetli ilişkiler yaşayacaktır.

Romanın bir diğer ana karakteri olan Marin Marais de, 17’nci yüzyıl Fransız müziğinin önemli figürlerinden biri. Tıpkı Sainte-Colombe gibi, onun da geçmişiyle ilgili çok fazla ayrıntı bilinmiyor. Kesin olan tek şey, delikanlılığında bu büyük ustanın öğrencisi olduğu ve ona hayranlık duyduğu. Yirmi yaşına geldiğinde yeteneği ve zekasıyla sivrilip saray müzisyenliğine adım atan ve kısa sürede yükselmeyi başaran bu parlak viyolist, geride birbirinden önemli besteler ve operalar bırakmış; Versailles’ın önemli müzik dehalarından biri olarak anılmış. Eserlerinden yapılmış kayıtların olduğu disk ve plaklara ulaşmak ve onun hüznün hep ağır bastığı bestelerini dinlemek mümkün.

İki ana karakter olan Sainte-Colombe ve Marais’in gerçek tarihsel kişilikler olması, Quignard’ın bu ünlü yapıtını bir tür “biyografi” olarak görmeyi gerektirmiyor; bunun altını ısrarla çizmekte yarar var. Ünlü yazar bu kısa ama bir solukta okunan anlatısında, “müziğin ve seslerin doğası”nı bizle paylaşmak için, ilmek ilmek ördüğü iç seslerden, duygusal çalkantılardan ve kimi diyaloglardan yararlanarak hikâyenin neredeyse bütününe bir “görsel-işitsel” boyut ekliyor. Sainte-Colombe’un resim sanatına olan düşkünlüğü ve durağan tablolara olan ilgisi de kitabın önemli eksenlerinden biri. Sözgelimi, bir keresinde tanıdığı ünlü bir ressamı ziyarete götürüyor Marais’i ve hem sanatçının o anda yapmakta olduğu tabloyla ilgili çağrışımlarla dolu küçük “dersler” sunuyor öğrencisine, hem de bunu müziğin akışkanlığıyla bütünleştiriyor: “Fırçanın tuvalde gezinirkenki seslerini takip ediyor musun?”

“Dünyanın Bütün Sabahları”, yayımlandığı yıl sinemaya da aktarılmış; yönetmenliğini Alain Corneau’nun yaptığı filmde başrolleri Gerard Depardieu, Anne Brochet ve Guillaume Depardieu üstlenmişti. Filmin yarattığı yankılar, romandan geri kalmadı belki ama anlatının zenginliği ve haklarında bunca az şey bilinen müzik dehalarının böylesine güzel resmedilmesi, kitabı çok daha etkileyici ve çarpıcı kıldı. Sel Yayınları tarafından tertemiz bir çeviriyle aktarılan bu hüzünle yoğrulmuş roman, Quignard hayranlarına olduğu kadar, 17’nci yüzyıl müziğine ilgi duyanlara da hitap ediyor.


İlk yayın: Vatan Kitap - 15 Ağustos 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder