24 Ekim 2015

Edebiyat tarihinin en sevilen “Prens”i




Benim için Küçük Prens, “yetişkinler için yazılmış en güzel çocuk kitabı” nitelemesini sonuna dek hak eden, modern döneme ait en çarpıcı anlatılardan biri. O kadar içime işlemiş ve ruhumun derinliklerine yerleşmiş ki, ilk kez ne zaman okuduğumu hatırlamakta bile güçlük çekiyorum. Sanki her zaman bildiğim; belleğimin koridorlarında kuytu bir yere yerleşip, her fırsatını bulduğunda küçücük bir çağrışımla varlığını hatırlatmayı başarmış, etkili bir arketipler yumağı gibi. Belli aralıklarla içimde yeniden sayfalarını çevirme isteği uyandıran; her seferinde yeni bir ayrıntıyı bir kez daha yakalamanın hazzıyla defalarca okuduğum; tuhaf, hüzünlü ama bir o kadar da insanın içini ısıtan bir “yenilgi hikâyesi” demeliyim belki de.


Dalgalı sarı saçları çöl rüzgârında uçuşan, aydınlık yüzlü ve meraklı bakışlı küçük misafirimizin hikâyesi okurlarla ilk kez buluştuğundan bu yana, yetmiş yılı aşkın zaman geçti.  Küçük bir asteroit üzerindeki sakin ve durağan yaşamını bırakıp uzayın derinliklerine doğru çıktığı yolculuk sırasında son olarak gezegenimize uğrayan sıradışı gezginimiz de, bugün artık neredeyse popüler kültür ikonlarından birine dönüşmüş durumda: Son iki yıldır, Küçük Prens temalı ürünler mağazaların vitrinlerinde birbiri ardına boy gösteriyor. Sadece bu yazıyı yazarken bile sigaramı yakmakta kullandığım Küçük Prens çakmağı ya da kahvemi yudumlarken ikide bir mavi pelerinli ufaklıkla göz göze gelmemi sağlayan Küçük Prens fincanı gibi bildik ürünlerden söz etmiyorum; gerçekten dağ taş, üzerinde onun resimlerinin yer aldığı hemen her türden ürünlerle dolu şu sıralar. 2015’in, en azından görebildiğimiz kadarıyla Türkiye’de bir “Küçük Prens Yılı” olacağını söylemek, çok da abartılı sayılmaz.

Antoine de Saint-Exupery’nin ilk kez 1943 yılında yayımlanan ve “novella”, yani roman ile “uzun öykü” arası bir format olarak kategorize edilen bu güçlü anlatısı, bugüne dek 250’den fazla dile çevrilmiş ve tüm dünyada 140 milyonun üzerinde satılmış. Görünüşe bakılırsa, daha oldukça uzun bir süre de, satılmaya devam edecek. Fransa’da “20’nci yüzyılın en iyi kitabı” seçilen ve bugüne kadar Fransızca’dan dünya dillerine en çok çevrilmiş kitap olma unvanını koruyan Küçük Prens’e duyulan ilgi ve sempati, yıllar geçse de azalmıyor bir türlü.

Peki nedir onu bu kadar cazip, bu kadar büyüleyici ve  yetmiş iki yıl sonra bile bu kadar popüler kılan özelliği? Bunu yanıtlamak, göründüğü kadar kolay değil. Çünkü uçağı arıza yapınca zorunlu olarak çölün ortasına iniş yapan pilotun, o ürkütücü ıssızlık içinde aniden karşılaştığı “dünya dışı ziyaretçi” ile kısa tanışıklığını anlatan kitap, ne o bildik çocuk masallarına benziyor, ne de yetişkinler için yazılan kurgularla bir paralelliğe sahip. Daha çok, travmalara maruz kalmış yorgun bir zihin ve yaralı duyguların etkisiyle oluşup aniden ortaya çıkıvermiş bir “sanrılar dizisi”ni andırıyor. Hemen her sayfası, her paragrafı hatta her satırı “mecazi göndermelerle” bezeli, hızlıca akıp gidiveren tuhaf bir rüya gibi.

“Asteroid B-612”nin kırılgan ve sevimli sakinini güneş sistemi içinde bu tuhaf yolculuğa çıkaran güdünün ne olduğunu anlamadan, Saint-Exupery’nin kitabının zamanı aşan popülerliğini kavramak da kolay değil. Bunun için de hem Küçük Prens’i, hem de onunla tanışıklığını bize aktaran “yalnız pilotu” biraz daha yakından tanımamız gerekiyor. Peki, büyüklüğü bir futbol sahasını geçmeyen bir asteroid üzerinde yaşarken, tek görevi toprakta büyüyen baobap köklerini söküp, ufacık yanardağların lavlarını süpürmekten ibaret olan “bilmiş” bir çocuğu yakından nasıl tanıyacaksınız? Günbatımını defalarca art arda izlemek için ufacık asteroidin üzerinde küçük adımlarla dolaşıp duran birini gözümüzün önünde canlandırmak bile meseleyken,  “tanımak” kolay mı?

Neyse ki, Saint-Exupery’nin kullandığı yalın semboller sistemini benimsedikçe, Küçük Prens’i ve onun kendine özgü evrenini anlamak, çetrefil olmaktan çıkıyor yavaş yavaş. Sürekli soru soran ve yanıt alana dek susmayan bu saf ve sıradışı uzaylı gezginin gözünden “yetişkinler dünyası”nın sergilediği çelişkileri ve tuhaflıkları gözlemek, hikâyenin bütününün ardındaki temel sorunları fark etmemizi de kolaylaştırıyor: Yalnızlık, sevgisizlik, yalıtılmışlık, korku ve elbette travmalar.

Küçük Prens’in yazıldığı dönemin koşullarını ve yazarının hayat hikayesini bilmek, söz konusu travmaların kaynağı hakkında gereğinden fazla ipucu sunuyor bize: Avrupa’da bir yangın gibi büyüyen II. Dünya Savaşı ve Saint-Exupery’nin ülkesi Fransa’nın yaşamakta olduğu ağır yenilgi. 1940 yılında Amerika’da bir tür “gönüllü sürgün” hayatı yaşamaya başlayan yazarın, bu yenilginin sonuçlarıyla yüzleşmeye çalıştığı bir dönemde Küçük Prens’i kaleme aldığını biliyoruz. İçinde bulunduğu yaralı ruh hali, çaresizlik ve “yalıtılmışlık” ile birleşince, bu “novella”yı ortaya çıkaran koşullar da olgunlaşıyor.

Belki bu noktada, hepimizin neredeyse ezbere bildiği Küçük Prens’in hikayesini kısaca hatırlamakta yarar olabilir: Üzerinde yalnızca biri sönmüş üç minik yanardağ bulunan küçücük asteroidi üzerinde durağan ve tekdüze bir hayat süren kahramanımız, günün birinde, toprağına taşınan bir tohumun cilvesi sonucu ortaya çıkan bir gülle karşılaşıp, ona aşık oluyor.  Bir süre, hayatının merkezine bu gözalıcı güzelliğe sahip gül yerleşiyor artık; varsa yoksa onu sulamak, esen rüzgârlardan korumak, mutlu etmek.  Ama talepkâr sevgilisinin umursamaz görünümünden incindiğini hissettiğinde, ondan biraz uzaklaşmaya karar veriyor ve bir kuş sürüsünün yardımıyla asteroidini terk edip, yolculuğa çıkıyor.

Dünyamıza ulaşana dek uğradığı küçük asteroitlerde, sırasıyla altı değişik “figür” ile karşılaşıyor Küçük Prens: “Tebaası olmayan” yalnız bir kral; yalnızca pohpohlanmaktan hoşlanan bir narsist; dünyası içkiden ibaret olan bir sarhoş; oturduğu masasında sürekli sayılarla uğraşıp ne işe yaradığını bilmediği hesaplar yapan bir iş adamı; tek işi bir sokak fenerini yakıp söndürmekten ibaret olan ve dinlenecek zaman bulamamaktan yakınan bir bekçi ve bulunduğu asteroidi bile baştan sona gezmediği halde haritalarla uğraşıp duran bir coğrafyacı. Her biriyle yaptığı kısa konuşmalardan hoşnutsuz ayrılan Küçük Prens, sonunda gezegenimize ulaşıp, çölün ortasına iniyor. Burada ilkin “ürkek bilge” görünümündeki tilkiyle, ardından bir “ölüm meleği”ni çağrıştıran yılanla karşılaşan gezgin, bir süre sonra da, çöle uçağıyla zorunlu iniş yapan “anlatıcımız” ile tanışıyor. Bu kısa ama yoğun arkadaşlık, Küçük Prens yılandan ölüm alegorisiyle yüklü bir “dönüş yolculuğu” talep ettiğinde, tuhaf bir finalle noktalanıyor. Anlatıcımız, “bedeni yok olan, ruhu da asteroidine dönen” dostuna duyduğu özlemi vurgulayarak bitiriyor hikâyeyi.

Saflığı, bozulmamışlığı ve temizliği sembolize eden bir figür olarak karşımıza çıkan Küçük Prens, koşullanmalara ve önyargılara karşı akıl ve duyguların da son mevzisi gibi. Anlatının finalindeki hüzünlü vedası, “direnişin çöküşü”nü olduğu kadar, Fransa’nın Nazizm karşısında teslim bayrağını çekmesini de çağrıştırıyor biraz. Yani, travmaların ağababasını.

Saint-Exupery’nin ruhunda travma yaratan etken, askeri yenilgi değildi yalnızca; o, bir “uygarlığın” yenildiğini ve bu yenilginin faturasının sanılan da ağır olacağını düşünüyordu. Belki de en rahatsız edici görünümlerden biri, savaş ateşinin uzağındaki Amerika’da basın manşetlerinin, sürekli “sayılardan ve istatistiklerden” söz etmesiydi: Düşürülen şu kadar uçak, batırılan şu kadar gemi, atılan şu kadar bomba, öldürülen şu kadar asker... Oysa hayat sayılardan ve istatistiklerden farklı, “gerçek” bir şeydi Saint-Exupery’ye göre ve bunu görememek, varlığıyla öğündüğümüz uygarlığın sonunu bile getirebilirdi.

Küçük Prens’in dünyamıza dek uzanan yolculuğu sırasında karşılaştığı figürler ve onlarla ilgili düşünceleri, Saint-Exupery’nin ruhundaki savaş travmalarının etkilerine ilişkin de ipuçları veriyor bize. Bunların en tipik olanı, sürekli olarak bir masanın başında oturup, neye yaradığını bilmediği toplamalar yapan, sayıların içine gömülmüş o tuhaf ve “aymaz” kişilik. Küçük Prens, “Yetişkinlerin tüm derdinin sayılar olduğunu” düşünüyor, elinde olmadan. Tanımladığı bir şeylere iliştirilmediği sürece soyut ve anlamsız görünen “sayı sayma ve hesap” etkinliği, yetişkin dünyasında hayret verici biçimde ciddiye alınmaktadır, bu sevimli uzay gezginine göre. Belli ki savaşı ve kayıpları sayılara, istatistiklere indirgeyen zihniyete Saint-Exupery’nin duyduğu tepkiyi paylaşmaktadır.

“Üç tür yalan vardır,” diye başlar, Mark Twain’in dilinden üne kavuşan o ünlü 19’ncu yüzyıl esprisi: “Yalanlar, kahrolasıca yalanlar ve istatistikler.” Soğuk ve ruhsuz birer sayısal döküm olmaktan ileri gitmeyen tablolar, bu dökümleri neresinden tutup, neresini görmeye ve göstermeye çalıştığınıza bağlı olarak, istediğiniz her şeyi doğrulamakta kullanılabilir. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren bilgili/yetkili insanların, sözlerinin ardındaki karşı konulamaz “bilimsel dayanaklar” gibi sunmaya başladığı istatistikler, Batı’nın entelektüel dünyasında yukarıda andığımız türden iğneleyici esprilerin doğmasına neden olmuştur bu nedenle. Saint-Exupery de savaşın travmalarından beslenen bu anlatısında sayılar ve istatistiklerin soğukluğundan  uzaklaşıp, “gerçek olana”, yani hayata sarılmaya çalışmaktadır.

Sorgulamaksızın görevini yapan fener bekçisi; yalnızca övgü görmeyi bekleyen ve bununla beslenen adam; içmekten utanan ve bu utancını unutmak için yeniden içen, kısır döngüdeki sarhoş;  üzerinde bulunduğu asteroidi bile tanımayan tuhaf coğrafyacı ve yönetecek bir tebaası bile olmayan kral, “yetişkinler dünyası” ile ilgili iğnelemelere olanak sağlayan “prototipler” olarak çıkar karşımıza.

Küçük Prens’in kimi temaları da, yazarın hayatından ve deneyimlerinden parçalar içerir: Sözgelimi gül ile Küçük Prens’in aşkı, Saint-Exupery ile karısı Consuela arasındaki iniş çıkışlarla dolu aşkın izleri ve yaralanmalarına göndermedir. (Gül’ün utangaç öksürmelerinin bile, Consuela’ya işaret ettiğinden söz edilir.) Uçağıyla çöle zorunlu iniş yapma teması, yazarın Amerika’da yaşarken içinde bulunduğu yalnızlık ve izolasyon duygularına işaret eder belki ama, ardında çok da benzer bir deneyim vardır: Saint-Exupery’nin 1935’te uçağının arıza yapması sonucu zorunlu olarak çölde geçirdiği yaklaşık bir haftalık süre. (Küçük Prens’in yayımlanmasından yalnızca bir yıl sonra, 1944’te uçağıyla birlikte iz bırakmaksızın yok olması ve ölmüş kabul edilmesini de, “romana nazire yapan bir final” olarak niteleyebiliriz belki de.)

Travmalar, düş kırıklıkları, korkular, yalnızlık ve yalıtılmışlık. Saint-Exupery tüm bu temaları felsefi bir boyutta tartışmak yerine, alegorilerle örülmüş basit bir anlatının içine yedirmeyi seçmiş. Ana ekseninde “ölüm ve yaşam” ikileminin olduğu, o derece sert ve sarsıcı bir anlatı bu. Başta da dediğim gibi, “yetişkinler için yazılmış en güzel çocuk kitabı”. Üstelik bu kitabı dilimize çevirenler arasında Azra Erhat, Tomris Uyar, Fatih Erdoğan gibi isimler de var.

Şu günlerde her yerde Küçük Prens çıkacak karşınıza; yalnızca kitapçılarda değil. O bilmiş bakışlı, temiz yüzlü sarışın yabancı, bu ilgi ve sevgiyi fazlasıyla hak ediyor.


İlk yayın: Vatan Kitap - 15 Mayıs 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder