09 Aralık 2014

Tavuskuşu’nun izinde, bir başka gerçeklik


Bir yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım yeni romanımın bitmesine az kaldı. Günlük sohbetler sırasında durumu bu cümleyle ifade ettiğimde, hemen peşinden “E haydi, geçmiş olsun” benzeri karşılıklar gelir genellikle. Bana sorarsanız, “bitmesine az kaldı” gibi belirsiz bir ifade varsa ortada, kutlama ya da “geçmiş olsun” dilekleri için de henüz erken demektir.

Bir kere, “az kaldı” ne demek; ne kadar “az”? Roman söz konusuysa eğer, gün ya da hafta cinsinden bir tahmin yapmak pek de sağlıklı değil. İnşaat yapmıyorsunuz ki, “Bir katı şu kadar günde bitirirsem, on beş katlı bina da şu zamanda biter” benzeri öngörülerde bulunasınız. Belki metaforik olarak bir tür inşaat gibi görülebilir elinizdeki çalışma; ama bu inşaatın her katı aynı sürede bitirilmediği gibi, binanın kaç kat olacağı da son ana dek belli olmadığı için, romanın biteceği günle ilgili “mühendisçe” bir hesap yapamazsınız. En azından, bende işler böyle yürümüyor.

Yok edilmenin eşiğindeki kadim inanç: Ezidilik


Yezidiler: Bir Toplumun, Kültürün ve Dinin Tarihi/ Birgül Açıkyıldız/ Alfa Yayınları

İslam inancının ilahi düzenin kurulmasına ilişkin anlatılarında, Tanrı tarafından ilk insan olarak yaratılan Adem’in “konumlandırılması”yla bağlantılı kritik bir “celse”den söz edilir. Buna göre Tanrı, Adem’i topraktan yaratıp ona can verdikten sonra meleklerini huzura çağırmış ve onlardan bu yeni yaratımına saygı göstererek secde etmesini istemiştir. Meleklerin hepsi bu isteğe tereddütsüz uyarak Adem’in karşısında secde ederler. Ancak bir tanesi, diğerleriyle aynı fikirde değildir: “Ateş”ten yaratılan, Tanrı’ya ait bir varlık olarak, topraktan yaratılmış bu yeni canlının önünde secde etmeyi reddeder ve Adem’in böylesine yukarıda konumlandırılmasına karşı itirazını dile getirir. Sonradan “İblis” adıyla bilinecek meleğin bu itaatsizliğinin bedeli, Tanrı tarafından kovulmak ve statüsünü yitirmek olacaktır. Yaratılışla ilgili bu ilk aşamadaki tavrı nedeniyle o artık kötülüğün ve olumsuzluğun sembolü “Şeytan” kimliğini almıştır.

Meleklerin “göksel” konumları ve Tanrı’yla olan yakınlıkları düşünüldüğünde, yukarıda aktarılan celse biraz kafa karıştırıcı görünmektedir: Evrensel düzenin yürümesinde Tanrı’nın habercileri ve yardımcıları olan bu ilahi varlıklar, ait oldukları “konsey” ile birlikte, dünyevi olan her şeyin üzerinde konumlandırılırken, onlardan niçin “etten-kemikten” bir yaratım karşısında secde etmeleri istenmiştir? Tektanrıcı inanç sistemleri, Tanrı’dan başka hiçbir varlık önünde eğilmemeyi vurgularken, ilk yaratılan insana böyle özel bir statü verilmesi, biraz “tuhaf” gelir kulağa. Hele bunu yapmayı reddeden meleğe verilen ağır cezayı, tektanrıcı düşüncenin kendi ilkeleri içinde bile anlamak kolay değildir.

Gizemli Bay Tazaki’nin renklerle imtihanı


Farklı ve alabildiğine uzak bir kültüre ait edebiyat ürünleriyle sıcak bir kucaklaşma yaşamak, çok da kolay bir şey değildir. Yaşam ayrıntıları içine gizlenen küçük ama keskin farklılıklar, anlatının kendi akışını kolayca içinize sindirmenize engel olur, hatta bazen sizi irkiltebilir bile. Değerlere yabancısınızdır; karakterleri anlamakta ya da benimsemekte sıkıntı çekersiniz; olayların akışını izlemek bile bazen oldukça güçleşir. Yabancı bir dünyaya, ilgili ama şaşkın gözlerle bakan bir çocuğun karışık ruh halini yaşarsınız bazen. Ama kimi zaman bu yabancılık ürkütücü ve soğuk bir görüntüyle karşınıza çıkıp okuma sürecini zorlaştırırken, kimi zaman da başlı başına bir çekicilik unsuru haline gelebilir. Japon kültürü ve edebiyatıyla sınırlı tanışıklığım, beni çoğunlukla bu iki uç nokta arasında kararsız bırakmıştır. Duygu iklimlerine hiç aşina olmadığım “Sushi yiyen adamlar”ın kendilerine özgü muhafazakâr (ve ataerkil) kültürlerine uzak bir yerlerden bakar ve benimsemekte güçlük çekerim.

Japon edebiyatıyla ilk tanışıklığım, seksenlerin sonlarına doğru Yasunari Kawabata’nın çarpıcı romanı “Uykuda Sevilen Kızlar”aracılığıyla gerçekleşti.  Tuhaf, büyülü, etkileyici ve elbette “yabancı” bir dünyanın çerçevesini çiziyordu Kawabata; ama bu yabancılığın karşı konulmaz bir cazibesi vardı. Hemen ardından keşfettiğim Yukio Mishima’nın romanlarıysa, o yabancı dünyadan soğuk ve ürpertici kesitlerle yüzleştiriyordu bizi. Kawabata ne kadar naif ve yumuşaksa, Mishima o denli sert ve keskindi ama kendini gayet net hissettiren bir ortak noktaları vardı: Uzaklık ve yabancılık.