09 Aralık 2014

Gizemli Bay Tazaki’nin renklerle imtihanı


Farklı ve alabildiğine uzak bir kültüre ait edebiyat ürünleriyle sıcak bir kucaklaşma yaşamak, çok da kolay bir şey değildir. Yaşam ayrıntıları içine gizlenen küçük ama keskin farklılıklar, anlatının kendi akışını kolayca içinize sindirmenize engel olur, hatta bazen sizi irkiltebilir bile. Değerlere yabancısınızdır; karakterleri anlamakta ya da benimsemekte sıkıntı çekersiniz; olayların akışını izlemek bile bazen oldukça güçleşir. Yabancı bir dünyaya, ilgili ama şaşkın gözlerle bakan bir çocuğun karışık ruh halini yaşarsınız bazen. Ama kimi zaman bu yabancılık ürkütücü ve soğuk bir görüntüyle karşınıza çıkıp okuma sürecini zorlaştırırken, kimi zaman da başlı başına bir çekicilik unsuru haline gelebilir. Japon kültürü ve edebiyatıyla sınırlı tanışıklığım, beni çoğunlukla bu iki uç nokta arasında kararsız bırakmıştır. Duygu iklimlerine hiç aşina olmadığım “Sushi yiyen adamlar”ın kendilerine özgü muhafazakâr (ve ataerkil) kültürlerine uzak bir yerlerden bakar ve benimsemekte güçlük çekerim.

Japon edebiyatıyla ilk tanışıklığım, seksenlerin sonlarına doğru Yasunari Kawabata’nın çarpıcı romanı “Uykuda Sevilen Kızlar”aracılığıyla gerçekleşti.  Tuhaf, büyülü, etkileyici ve elbette “yabancı” bir dünyanın çerçevesini çiziyordu Kawabata; ama bu yabancılığın karşı konulmaz bir cazibesi vardı. Hemen ardından keşfettiğim Yukio Mishima’nın romanlarıysa, o yabancı dünyadan soğuk ve ürpertici kesitlerle yüzleştiriyordu bizi. Kawabata ne kadar naif ve yumuşaksa, Mishima o denli sert ve keskindi ama kendini gayet net hissettiren bir ortak noktaları vardı: Uzaklık ve yabancılık.




Popüler kültürün diğer alanları için de durum çok farklı değil. Japon dünyasına Batılı gözlükle bakmaya çalışıp, geleneksel feodal yapının çözülme sürecini anlatan “Shogun” dizisini izleyerek büyümüş bir kuşak için, Akira Kurosawa’nın sinemasını sindirebilmek çok kolay değildi elbette.  Tabulara dokunmaktan zerre kadar korkmaksızın Japon geleneksel kültürüne derinlemesine neşter atan Shohei İmamura’nın filmleri çarpıcıydı ama yine de “kolay izlenebilir” oldukları söylenemezdi.

Derken, adına “kültürel küreselleşme” denen bir süreç giderek artan bir hız ve ağırlıkla kendini dünyanın her yerinde hissettirmeye başladı ve “uzak kültürlerle tanışıklık” konusunda çok şey değişti. Farklı iklimlere sahip topraklara elbirliğiyle kurulmuş seralarda, benzer türde meyveleri yetiştirmek ama yerel tohumlardan aşılama yapmak gibi bir şeydi bu; fazlasıyla da etkili oldu. Tıpkı dünyanın diğer “yabancı” ve “uzak” kültürleri gibi, Japon dünyası da bu hızlı “füzyon” sürecine şaşırtıcı biçimde uyum sağladı. Tıpkı Batı kültürüne has anlatıları kendi yöntem ve üslubunca sunan şu popüler Japon çizgi filmleri gibi, uzak toprakların sinema ve edebiyatı da bu yeni seralarda insana ait, “evrensel” temaları yerel yöntem ve yaklaşımlarıyla işlemeye başladı. Tıpkı, “Halka” ve “Karanlık Sular” gibi öyküleri, ünlü yönetmen Hideo Nakata tarafından filme alınıp tüm dünyayı sarsan Japon yazar Koji Suzuki gibi. Artık geyşalar, sakura ağaçları arasındaki romantik gezintiler, çay töreni mistisizmi ya da pastoral anlatıların yerini, modern dünyadaki bireyin evrensel yalnızlığı, korkuları ve hırsları alıyordu yerel anlatılarda. Pederşahi Samurai hikâyeleri cazibelerini korumakla birlikte, Yakuza kaynaklı polisiyeler ya da yerel inanışlardan beslenmiş korku ve gerilim hikâyeleri, küresel düzeyde daha büyük ilgi yaratıyordu.

İşte Japon kültürünün son dönemde yetiştirdiği en sıradışı yazarlardan Haruki Murakami de, bu hızlı ve karşı konulmaz sürecin çarpıcı temsilcilerinden biri. Batı edebiyatından fazlasıyla etkilendiğini gizlemeyen, olgunluk döneminde uzun bir evreyi Avrupa ve ABD’de geçiren Murakami, yine de geleneksel Japon kültürünün unsurlarını romanlarının harcında kullanmayı çok iyi bilen yazarlardan biri. Gerçekçilikle fantezinin kolayca iç içe geçebildiği anlatılarında kimi zaman “kopuş ve uzaklaşma” kimi zaman da “bağlanma ve adanmışlık” temalarını (bazen her ikisini birden) kullanarak, bireyin özgürlük ve aidiyet arasındaki salınımını sorgulamayı ustaca başarıyor. Daha da güzeli, bunu yaparken yöntem ve üslubu o kadar önemsiyor ki, çoğu kez anlatımın biçimsel özellikleri, hikâyenin önüne geçebiliyor. “Yaban Koyununun İzinde”, “Zemberek Kuşunun Güncesi” ve “Sahilde Kafka” ülkemizde de büyük ilgi görmüş; 2009 tarihli sansasyonel romanı “1Q84” de, telefon rehberi kalınlığındaki hacmine karşın ellerden düşmemişti. Murakami şimdi de son kitabı “Renksiz Bay Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları” ile karşımızda.

Romanın uzun ve açıkçası biraz “hantal” adı ilk başta yadırgatıcı gelse de, Murakami’nin bu alışılmadık kurgusundaki belirleyici temalarla gayet iyi örtüşen metaforları içerdiğini söyleyerek başlayalım. Ergenlikten yetişkinliğe geçerken onu derinden sarsan, hatta yaşamla ölümün kıyıları arasında uzun süre gidip gelmesine neden olan, tuhaf ve travmatik bir deneyim yaşamış, genç bir adamın hikâyesini anlatıyor Murakami bu kez. Doğup büyüdüğü Nagoya’dan, üniversite öğrenimi için Tokyo’ya gitmek üzere ayrılan Tsukuru Tazaki, lise yılları boyunca yediği içtiği ayrı gitmeyen yakın arkadaşlarından da zorunlu olarak uzak düşüyor. Öyle sıradan bir arkadaşlıktan değil, ergenlik döneminden itibaren Tsukuru’nunhayatının merkezine yerleşmiş, aidiyet bağları oldukça güçlü bir “kanka grubu”ndan söz ediyoruz burada. Bir sosyal proje sırasında tanışan beş akran arasında oluşmuş bu naif ve tuhaf bağlılık, romanın bütününe damgasını vuran gizli bir hayalet gibi, kurgu boyunca varlığını hissettirip duruyor. Tsukuru’nun hayatındaki travmayı yaratansa, hiç beklemediği bir anda arkadaşları tarafından dışlanıp, uzaklaştırılması.

Grup, Tsukuru dışında iki kız ve iki erkekten oluşuyor. Her birinin soyadları birer “renk” içeren ve bu nedenle de grup içinde adları yerine o renklerle anılan dört yakın dost: Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara. Bu “renk” çeşitlemesinin tek istisnası, adı ve soyadında herhangi bir renge gönderme olmayan, kahramanımız Tsukuru. Bu nedenle, onlara büyük bir bağlılık hissetse de, kendini bir biçimde dördünden de uzak ve “renksiz” görüyor. Gruba dışarıdan objektif gözle baktığındaki duygularıysa, “mükemmel kare”yi oluşturan dörtlünün yanına, sanki geçici olarak iliştirilmiş, renksiz ve özelliksiz bir “beşinci üye” olduğu yönünde. Kendisi dışında her birinin birer “renk” ile anılmasının yarattığı “renksizlik” hali bir yana, iki kız ve iki erkekten oluşan dörtlüdeki “denge”nin de dışında görüyor kendini. Buna karşın, gruba hissettiği aidiyet hiç eksilmiyor; hatta neredeyse varlığını yalnızca onlarla olan birlikteliği üzerinden tanımlayıp anlamlandırıyor Tsukuru.

Travmatik gelişmeyse, dördünden ayrılıp Tokyo’da okuduğu sıralarda yaşanıyor: Yaz tatili için yeniden Nagoya’ya döndüğünde, grup arkadaşlarının telefonlarına çıkmadığını, onunla görüşmekten kaçtıklarını fark ediyor hayretle. Israrlı aramalar sonrasındaysa, duymaya korktuğu yanıtı alıyor: “Seni artık görmek istemiyoruz, bir daha hiçbirimizi arama.”

Bir gerekçe ya da açıklama yapılmaksızın arkadaşları tarafından dışlanmış olmasından daha tuhafı, Tsukuru’nun bu durumu kabullenerek, olayın üzerine gitmek yerine sessizce kabuğuna çekilmeyi yeğlemesi. Varlığını ait hissettiği bir oluşumdan dışlanmanın duygusal yükü, zaten pamuk ipliğine bağlı durumdaki özdeğerini yerle bir ederken, hayata bağlılığını da ciddi biçimde zedeliyor. Tokyo’ya dönüp yemeden, içmeden, hayalet gibi yaşadığı ayların sonrasında, ölümün kıyısına dek geliyor Tsukuru. Onu bu yıkıcı ruh halinden çıkaransa, üniversite yakınlarındaki bir havuza yüzmeye gittiği sıralarda tanıştığı yeni arkadaşı, Haida.

Murakami, roman boyunca “renk kodları”nı bol bol kullanmış. Tsukuru’ya klasik müziği sevdiren, onu yeniden yaşamla barışık hale getiren bu yeni arkadaş Haida’nın adı da, Japonca’da “gri” anlamına geliyor. Yani “renksiz” kahramanımızın hayatında rol oynayan “renkli” insanlar listesine, Mavi, Kızıl, Ak ve Kara’dan sonra, “gri” de eklenmiş oluyor bir biçimde. Beklenmedik anda ortaya çıkan ve hem Tsukuru’nun hem de okurun aklını biraz karıştırdıktan sonra aniden uzaklaşıp giden bu ilginç arkadaştan sonra, bu kez üstü örtülü renk kodu içeren bir başka kilit karakterle tanışıyoruz. Adında renklere ilişkin hiçbir gönderme taşımamasına karşın, Tsukuru’nun yaşamındaki ilk ve tek gerçek sevgilisi Sara, “yeşil”in ve dolayısıyla belki de yenilenmenin temsilcisi olarak hikayenin akışında önemli bir katalizör rolü üstleniyor. Murakami tarafından  ayrıntılarıyla betimlenen giysilerinde çoğunlukla yeşili yeğleyen Sara, Tsukuru’yu “renksiz” geçmişindeki o eski travmayla yüzleşmesi yolunda yüreklendirirken, on altı yıllık bir düğümün çözülmesine de katkıda bulunuyor.

Roman, Murakami kitaplarından alışık olduğumuz tüm yöntemsel ayrıntılara sahip: Kurgunun her yerinde kendini hissettiren ve kimi zaman hikâyenin önüne bile çıkabilen “müzik faktörü”; yumuşacık bir gizem örtüsünün ardına ustaca yerleştirilmiş cinsellik motifleri ve kendi içine dönüp yalnızlığını ve yabancılaşma duygusunu çözmeye çalışan sıradışı bir kahraman. Kitap boyunca, Tsukuru dışında, derinlemesine bir karakter analizi ya da bunun ipuçlarını okura verecek zengin ayrıntılarla karşılaşmıyoruz. Mavi, Kızıl, Ak, Kara, Haida ve Sara, “gerektiği kadar” tanıdığımız ve hikayeyi bütünleyen önemli figürler olmanın ötesine geçmiyorlar. Tıpkı klasik Avrupa folklorundaki kahramanların “görev” yolculukları gibi (quest) bütün hikâyenin düğümünü çözecek bir misyon üstlenmek durumunda kalan Tsukuru ise, kişiliğinin tüm aydınlık ve karanlık yönleriyle, hatta bazen okuru şaşırtacak biçimde somutlaşıyor önümüzde.

Bu garip ve sıradışı anlatı, Murakami üslubuna uygun, ürpertici ve deyiş yerindeyse “tekinsiz” atmosferini koruyarak akıp tamamlandığında, yanıt bulmamış bazı sorular ve yeterince aydınlatılmamış muammalarla okuru baş başa bırakıp çekiliyor kenara. “Peki ama” diye başlayan bir dizi soru beliriyor aklınızda; şu niye açıklanmadı, bu nasıl böyle oldu gibi. Hemen ardından, düşünüyorsunuz: “Gerçek hayatta sanki her şey bütün netliğiyle aydınlanıyor ve açığa çıkıyor mu ki? Hiç mi anlayamadığımız, çözemediğimiz ayrıntı kalmıyor?” Murakami’yi okurken, bunu aklımızın bir köşesinde tutmakta yarar var.


İlk yayın: Vatan Kitap - 15 Ekim 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder