09 Aralık 2014

Tavuskuşu’nun izinde, bir başka gerçeklik


Bir yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım yeni romanımın bitmesine az kaldı. Günlük sohbetler sırasında durumu bu cümleyle ifade ettiğimde, hemen peşinden “E haydi, geçmiş olsun” benzeri karşılıklar gelir genellikle. Bana sorarsanız, “bitmesine az kaldı” gibi belirsiz bir ifade varsa ortada, kutlama ya da “geçmiş olsun” dilekleri için de henüz erken demektir.

Bir kere, “az kaldı” ne demek; ne kadar “az”? Roman söz konusuysa eğer, gün ya da hafta cinsinden bir tahmin yapmak pek de sağlıklı değil. İnşaat yapmıyorsunuz ki, “Bir katı şu kadar günde bitirirsem, on beş katlı bina da şu zamanda biter” benzeri öngörülerde bulunasınız. Belki metaforik olarak bir tür inşaat gibi görülebilir elinizdeki çalışma; ama bu inşaatın her katı aynı sürede bitirilmediği gibi, binanın kaç kat olacağı da son ana dek belli olmadığı için, romanın biteceği günle ilgili “mühendisçe” bir hesap yapamazsınız. En azından, bende işler böyle yürümüyor.

İtiraf etmeliyim ki, bir romanın yazılış sürecinin sonlarına doğru hep yüz yüze geldiğim bu belirsizliği, dalgalanmaları ve sürprizlere açık atmosferi seviyorum. “Ben ne zaman bitti dersem, o zaman biter” düşüncesinin getirdiği konfor hoşuma gidiyor elbette ama bunun ardında kibirle karışık bir ego şişkinliği falan yok. Kurgunun derinleşmesinden ve akışın hızlanıp bir nehrin denize döküldüğü bölgede delta oluşturur gibi çatallaşmasından haz alıyorum ben. Kahramanlarımın beni şaşırtıp, sanki spiritüel kanalları kullanarak kendilerini gerçek kılıyor ve kurguya müdahil oluyorlarmış duygusunu yaşatmaları, hoşuma gidiyor.

Üzerinde çalıştığım yeni romanım da, tıpkı bundan öncekiler gibi, daha tasarlanma aşamasından itibaren bu ürpertici heyecanı bana yaşattı, yaşatıyor. Bir nehir yatağı içinde ovaları kıvrıla kıvrıla aşarak, denize döküleceğimiz noktaya doğru ilerliyoruz, kahramanlarımla birlikte. Nereden yola çıktığımız ve nereye varacağımız önceden belirlenmiş olsa da, izlediğimiz yolun oluşturduğu kıvrımlar, romanın yazılış süreci içindeki o sevdiğim “öngörülemezlik”lere bağlı olarak ortaya çıkıyor. Roman yazmak, özgürlüktür benim için; sınırları aşmaktır, heyecandır. Bir kez daha aynı duygularla kucaklaşıyor olmaktan da son derece hoşnutum.

“Yeni roman” deyip duruyorum; elbette bunun bir adı olması gerektiğini düşünüyorsunuz. Hiçbir kesinlik taşımamakla birlikte, yola çıktığım anda aklımda oluşan “kod adını” vermekle yetineyim: Bu çalışmayı “Tavuskuşu Güncesi” adıyla anıyorum şimdilik. Bu böyle kalır mı, yoksa kitapçılara ulaşacağı güne kadar tümüyle değişip başka bir ad alır mı, emin değilim. Kapak tasarım aşamasında bile yayıncıyla kafa kafaya verip roman adı değiştirebilmek gibi bir huyum olduğu için, temkinli konuşuyorum. İlk romanım “Seni Tılsımlar Korur”, yazıldığı uzun süre boyunca “Alef Kitabı” adıyla var olmuştu zihnimde. Kitabın basılmasına birkaç gün kala, editörle yaptığımız bir beyin fırtınasının ardından, tümüyle değiştirivermiştik. Beklenmedik hamleleri ve son ana dek kendini hissettiren belirsizlikleri sevmemin somut örneklerinden biri. Ama yeni romanım için “Tavuskuşu Güncesi” adından fazlasıyla hoşnutum ve eğer bir son dakika golü heyecanına kapılmazsam, böyle de kalacak.

Neyi anlatıyor bu yeni roman peki? Çok yakın gelecekte vitrinlere çıkacağı için, okuma zevkinizi kaçıracak bir “spoiler” vermeden, kısaca söz etmeye çalışayım. Bir yıl önce yayımlanan romanım “Diren Aklım”ın dört ana karakterinden biri olan aktivist avukat Metin, “Tavuskuşu Güncesi”nin de merkezinde yer alıyor. Yaşanan toplumsal çalkantıların neden olduğu fiziksel ve ruhsal acılar, neredeyse eşzamanlı olarak, derinlerde kalmış bireysel travmalarını da tetikleyip hayatını ve ilişkilerini altüst ettiğinde, kısa süreli bir “mola” alarak her şeyden uzaklaşma ve “nefes alma” ihtiyacı duyuyor Metin. Çocukluğundan beri bir kez bile gitmediği, ailesine ait Göcek’teki ev, ruhunu ve zihnini tazeleme amaçlı bu inzivada onun sığınağı oluyor. Sonbaharın kışa dönmeye başladığı günlerde, limana bakan sırtlardan birinin üzerindeki bu eski yapı, olanca sessizliği ve dinginliğiyle tam da gerek duyduğu huzuru sağlayacak gibi görünüyor ona. İçine döndüğü ve hem bireysel yaşamını hem de içinde yer aldığı toplumsal yapıyı sorgulamaya başladığı bu inzivada, hayatına renk katan (ya da belki kafasını daha çok karıştıran) yeni dostlar da ediniyor.

Elbette bu, yalnızca resmin ilk bakışta görünen parçası. Metin, huzur bulmak ve içine dönmek amacıyla geldiği bu kasabada, yalnızca bugünle ve yakın geçmişle değil, çocukluğu ve ailesiyle ilgili de, hayal bile edemediği gizemlerle tanışacaktır. Sakin geçmesini umarak çekildiği bu inzivada onu, oldukça sarsıcı yüzleşmeler beklemektedir. Benim romanlarımdaki “tekinsiz” atmosferi bilen ve bundan hoşlananların, kendilerini aşina hissedecekleri, derin ve karmaşık bir örgüyle karşılaşacaklarını söyleyebilirim.

“Diren Aklım”, kitabın önsözünde de belirttiğim gibi, kendi içinde başlayıp tamamlanan bir roman değil, “tarihe not düşmek” ve izleyecek olan romandaki karakterleri kısaca okura tanıtmayı amaçlayan bir “intro” niteliğindeydi. “Tavuskuşu Güncesi”nde, Metin ve onun iç dünyasındaki çalkantılar ana ekseni oluşturmakla birlikte, “Diren Aklım”daki diğer karakterlerle ilgili kesitler de yer alıyor. Elbette, bütün o gizem ve tekinsizliğin bir kenarında, Gezi Direnişi ve sonrasına ait belli belirsiz gölgelerin varlığını da zaman zaman hissediyor okur. Siyasi mücadele, değişim, aidiyet gibi kavramların sorgulanması, Metin’in kasabadaki yeni ilişkilerinin biçimlendirdiği gerilimler eşliğinde, bambaşka bir yöne doğru ilerliyor. En uç noktasında, “varoluş”un bile ürpertici gizemler uzantısında yeniden tanımlandığı, tuhaf bir sürece tanıklık ediyor okur.

Yazma serüveni, yazarın karakterinden bağımsız olamaz, kolay kolay. Benim yazıyla ve tabii romanla ilişkim de, kişiliğim ve ruhumdan parçalar tarafından yoğruluyor. Hayatın sıradan ve bildik görünümleri üzerine kurulu hikâyeleri sevmiyorum pek. Bakışlarım sürekli olarak, “görünen gerçekliğin” ardında saklı kalmış/kalabilecek şeyleri tarayıp duruyor. Alışılmış ve kanıksanan sıradanlığın oluşturduğu yapay perdenin aralığından, kolay algılanamayan ve “beklenmedik” görünümlere yönlendirmeyi seviyorum okuru. Benimle birlikte, sıradanlığı kıracak, merak tetikleyici, iç gıcıklayıcı ve kesinlikle heyecan verici bir yolculuğa çıkmaya davet ediyorum. Az önce sözünü ettiğim şu “tekinsiz atmosferi” yaratan da bu zaten.

Yazma sürecimin nasıl bir seyir izlediğini ya da basitçe “nasıl yazdığımı” anlatmak için kullanabileceğim kolay ve net cümleler yok. Tıpkı kahramanlarım gibi, zihinsel ve duygusal süreçleri hızlı ve alabildiğine yoğun yaşıyorum. Hayatı kendi yakın çevremde, yalnızca dostlarımı ve sevdiklerimi umursayarak yaşayabilen biri değilim. Bu nedenle, günlük hayatın akışı içinde karşılaştığım, en küçüğünden en büyüğüne dek her uyaran, yazma sürecimi etkiliyor, hatta belki yönlendiriyor. Gündemin neredeyse saat başı akıllara zarar gelişmelerle değiştiği bir ülkede, hepimizin hayatını belirleyen değişimlerden etkilenmemek mümkün değil ki. Bu nedenle, ülke gündeminin ağırlığı ve rahatsız ediciliği başta olmak üzere birçok uyaran ve değişken, “neyi” yazacağım konusunda ipuçlarını seriyor önüme. Sıradanı değil, sıradışını görmeyi tercih ettiğim için de, bu ipuçlarını biraz farklı bir “gerçekçilik” süzgecinden geçiriyorum. Mitler, semboller ve gizemler, mutlaka anlatının dokusuna yerleşmeyi başarıyor.

Gündelik hayatın akışı içinde okumak, önemli bir zaman dilimini kapsıyor benim için. Hele bir kitap çalışması sona ermiş ve nefeslenmeye hazırlanıyorsam, “Depoyu full’lemek” diye adlandırdığım bir dinlenme sürecine giriyor ve kitapların arasına iyice gömülüyorum. Okumak kadar, film izlemek ve müzik dinlemek de besliyor beni; hücrelerimi doldurarak, bir sonraki çalışmaya hazırlıyor. Elbette, gezi ve yolculukların da yazma sürecimi beslediğini belirtmeliyim: Sözgelimi yakın zamanda Göcek’te yaşadığım bir kış tatili, “Tavuskuşu Güncesi”nin ortaya çıkmasına hatırı sayılır katkıda bulundu. Tıpkı, “Günbatımı Fandango” adlı romanımın biçimlenmesinde Assos ve Kazdağı’nın belirleyici rolü olması gibi.

Kendimi hazır hissettiğimde, yani “neyi” yazacağım netleşip zihnimde kabaca bir yol haritası oluştuğunda, yazma süreci de başlıyor. İlk çekirdek zihnimde oluştuğu andan itibaren artık uzunca bir süre bu düşünceyle halvet olacağımı biliyorum. Peki nedir bu “ilk çekirdek”? Bir sinopsis mi, bir ana tema mı, okurla paylaşmak ya da onun dikkatini çekmek istediğim bir olgu mu? Yanıtlaması zor olan şey, bu. Ne zaman ve nasıl oluşuyor bir roman fikri?

“Şimdi falan konuyu ele alan bir roman yazayım” diye yola çıkmak da mümkündür belki ve böyle çalışan yazarlar olabilir, bilemiyorum. Ama benim yazma sürecim pek böyle değil. Zihnimde dolaşıp duran dağınık düşünce parçacıklarının, aslında “kendini yazdırmak” isteyen bir romana ait öncü ipuçları olduğunu fark etmem bile, biraz zaman alıyor. Kimi zaman, uçuşan düşünceler arasında biçimlendiğini hissettiğim kısacık bir diyalog oluyor çıkış noktası; kimi zaman gözümün önünde beliren hayli karışık bir görüntü ya da yaşam kesiti. Çoğunlukla buna bir müzik parçası eşlik ediyor ya da düşüncenin oluşmasını besliyor, hatta belki de tetikliyor.

Sözgelimi, “Günbatımı Fandango”yu yazmaya başlamadan önce, iki şarkı sürekli yankılanıp duruyordu zihnimde: “Windmills Of Your Mind” ve “Bei Mir Bist Du Schön”. Roman için gerekli olan ilk çekirdekse henüz ufukta görünmeye başlamıştı: Belleğiyle ilgili sorunlar yaşayan genç bir gazeteci; bir santral inşaatı sırasında sürpriz biçimde keşfedilen, bilinmeyen bir döneme ait çok eski bir tapınak ve beklenmedik bir anda ortaya çıkıveren eski sevgili. Birbiriyle bağlantısız görünen bu unsurları bir araya getiren dokuma iplikleri de, sözünü ettiğim şarkılar (ve daha başkaları) oldu.

Tavuskuşu Güncesi”, yakın tarihte yaşanan değişim sancılarının bıraktığı izlerden, çocukluğun koridorlarında kalmış travmalara; Mozart’ın nağmelerinde anlatım bulan “matematik”ten, Hindu inancındaki “mantra”lara ve Ezidi sembollerine; ülkedeki siyasi mücadele tarihinin ruhlarda bıraktığı travmatik izlerden, belki de her şeyi önemsiz kılacak kadar çarpıcı “bir başka gerçekliğe” uzanan dokusuyla, yeni yılda okurlarla buluşacak. Dediğim gibi, “az kaldı”.


İlk yayın: Vatan Kitap - 8 Kasım 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder