09 Aralık 2014

Yok edilmenin eşiğindeki kadim inanç: Ezidilik


Yezidiler: Bir Toplumun, Kültürün ve Dinin Tarihi/ Birgül Açıkyıldız/ Alfa Yayınları

İslam inancının ilahi düzenin kurulmasına ilişkin anlatılarında, Tanrı tarafından ilk insan olarak yaratılan Adem’in “konumlandırılması”yla bağlantılı kritik bir “celse”den söz edilir. Buna göre Tanrı, Adem’i topraktan yaratıp ona can verdikten sonra meleklerini huzura çağırmış ve onlardan bu yeni yaratımına saygı göstererek secde etmesini istemiştir. Meleklerin hepsi bu isteğe tereddütsüz uyarak Adem’in karşısında secde ederler. Ancak bir tanesi, diğerleriyle aynı fikirde değildir: “Ateş”ten yaratılan, Tanrı’ya ait bir varlık olarak, topraktan yaratılmış bu yeni canlının önünde secde etmeyi reddeder ve Adem’in böylesine yukarıda konumlandırılmasına karşı itirazını dile getirir. Sonradan “İblis” adıyla bilinecek meleğin bu itaatsizliğinin bedeli, Tanrı tarafından kovulmak ve statüsünü yitirmek olacaktır. Yaratılışla ilgili bu ilk aşamadaki tavrı nedeniyle o artık kötülüğün ve olumsuzluğun sembolü “Şeytan” kimliğini almıştır.

Meleklerin “göksel” konumları ve Tanrı’yla olan yakınlıkları düşünüldüğünde, yukarıda aktarılan celse biraz kafa karıştırıcı görünmektedir: Evrensel düzenin yürümesinde Tanrı’nın habercileri ve yardımcıları olan bu ilahi varlıklar, ait oldukları “konsey” ile birlikte, dünyevi olan her şeyin üzerinde konumlandırılırken, onlardan niçin “etten-kemikten” bir yaratım karşısında secde etmeleri istenmiştir? Tektanrıcı inanç sistemleri, Tanrı’dan başka hiçbir varlık önünde eğilmemeyi vurgularken, ilk yaratılan insana böyle özel bir statü verilmesi, biraz “tuhaf” gelir kulağa. Hele bunu yapmayı reddeden meleğe verilen ağır cezayı, tektanrıcı düşüncenin kendi ilkeleri içinde bile anlamak kolay değildir.



Aynı coğrafya içinde doğup, kökenleri çok daha eskilere uzanan bir başka inanç sisteminin geleneğinde, bu celse ve sonrasında yaşananlar, çok daha farklı bir bakış açısı içinde anlatılır. Buna göre Xwede (Tanrı) evrensel düzeni oluştururken, kendi özünden “kutsal yedili” olarak anılan yedi melek yaratmış ve bu varlıkları maddi dünyaya yetkili kılmıştır. Adem’i topraktan yaratıp can verdikten sonra, tıpkı İslam anlatısında olduğu gibi, meleklerinden onun önünde secde etmelerini talep eder. Altı melek emre koşulsuz uyarken, içlerinden biri (Ezazil) buna karşı çıkacak ve “Ben senden başka hiç kimsenin önünde secde etmem” diyerek ayrı bir yerde duracaktır. Anlatıdaki temel farklılık, tam da bu noktada ortaya çıkar: Tanrı Ezazil’in duruşunu bir itaatsizlik olarak değil, “bağlılık” olarak görür ve onu takdir eder. Aslına bakılırsa, Adem’e secde etme komutu, melekler için düzenlenmiş bir bağlılık sınavıdır zaten ve bu sınavı yalnızca “Tanrı’dan başka kimsenin önünde eğilmeyeceğini” söyleyen Ezazil geçmiştir. Bundan böyle artık “Melek Tavus” unvanıyla Başmelek konumuna gelecek ve maddi dünyanın gözeticisi ve sorumlusu olarak her şeyin üzerinde konumlandırılacaktır.

Bugün Ortadoğu’da Suriye, Irak, Türkiye ve İran, Transkafkasya’da da Ermenistan sınırları içinde cemaatleri bulunan Ezidi (Yezidi) inancı, bu kritik olayı İslam’dan çok daha farklı biçimde yorumlar ve Xwede’nin sınavını geçerek Başmelek mertebesine ulaşan Melek Tavus’u inanç sisteminin merkezine yerleştirir. Hatta onun konumu, diğer tektanrıcı inançlardaki melek anlayışının çok daha üzerindedir Ezidilikte. Yaratıcı, yani Xwede, “aşkın” (transandantal) bir varlıktır ve maddi evreni yarattıktan sonra kendi varlığını onun dışında ve ötesinde tutarak, evrensel süreçleri izleme ve gözetme görevini Melek Tavus’a vermiştir. Zaten Melek Tavus, bu inanca göre Xwede’nin tezahürlerinden biridir ve onun bilinen evrendeki parçası durumundadır. Bir başka deyişle, bizi kuşatan evrendeki en yüce varlık, Xwede’nin bir parçası olarak Melek Tavus’tur.

Tarihsel kökenleri geriye doğru çok net olarak izlenemese de, Ezidi inancının İbrahimî dinlerden çok daha eski olduğuna ilişkin ipuçlarına, Mezopotamya ve çevresinde rastlamak mümkün. Kimi araştırmacılara göre bu inancın izleri, Sümer coğrafyasındaki bilgelik tanrısı Enki (Ea) kültlerine dek sürülebiliyor. Melek Tavus’a ilişkin betimlemelerde, tavuskuşu sembolünün hemen altında Sümer çiviyazısındaki “tanrısal” (Din-Gir) anlamındaki ideogramın kullanılmış olması, dikkate değer bir ayrıntı. Ancak, kökeni ne denli eski olursa olsun bugünkü biçimi ve ritüel yapısıyla Ortadoğu’da tanınması, 12’nci yüzyılda Şeyh Adi eliyle gerçekleştirilen, Sufi etkisi altındaki reform ve düzenlemeler sonrasında başlıyor ancak. Ezidi inancının kutsal metin derlemeleri olan “Mishefa Reş” (Kara Kitap) ve “Kitab-ı Cilwe” (Vahiy Kitabı) de o döneme tarihlenebiliyor.

Elbette, yaklaşık bin dört yüz yıldır Sünni İslam’ın egemen olduğu bu coğrafyada bu denli “farklı” bir kadim inancın, kimse tarafından ilişilmeden sorunsuzca varlığını sürdürebilmesi kolay değil. Ezidiler de, özellikle 16’ncı yüzyıldan itibaren Anadolu’da sistematik olarak baskı ve katliamlara maruz kalmaktan kurtulamamışlar. Onlara en sık yöneltilen suçlama, kolayca tahmin edilebileceği gibi “kâfirlik”. İslam anlatısında Tanrı tarafından kovulup “Şeytan” kimliğiyle kötülüğün temsilcisi konumuna indirgendiği belirtilen bir meleğin, Ezidi inancında yalnızca Başmelek değil, Yaratıcı’nın bir tezahürü olarak değerlendirilmesi ve bir numaralı ilahi figür olması, suçlama ve saldırılara “klasik” bir boyut da ekliyor: “Şeytan’a Tapanlar”.

Ezidilere yöneltilen “şeytani” suçlamaları, yalnızca İslam cemaatleriyle de sınırlı değil. Aslına bakılacak olursa bu insanlar yüzyıllar boyunca aynı coğrafyada komşu olarak yaşadıkları kimi Hıristiyanlarca da “Şeytan’ın izleyicisi” olarak görülmüş ve baskılara maruz kalmışlar. Bunun ardındaki teolojik unsurlardan biri de, Hıristiyan literatüründe yaygın olarak bilinen ve pop kültüre dek taşınan “Düşmüş Melek” (Fallen Angel) kavramı. İzleri Eski Ahit’in ilk kitabı “Tekvin”e (Genesis) dek sürülebilen bir gelenek içinde Düşmüş Meleklere ilişkin anlatılara, Yahudi inancında da rastlanıyor: “Ve Tanrı’nın oğulları insan kızlarının güzel olduğunu görünce, onları kendilerine eş olarak aldılar ve onlardan çocuk sahibi oldular” deniyor, Tekvin’in altıncı bölümünde.

“Tanrı oğulları”, elbette tektanrıcı bir inanç sistemi içinde anlaşılması güç bir kavram. Tekvin’deki bu kısacık değinmenin dışında, söz konusu “yarı-tanrı” varlıkların kimliğine ilişkin bir not yok. Ancak Kutsal Kitap derlemesinden çıkarılan ve yasaklanan eski İbrani metinlerinden “Hanok’un Kitabı”nda, bu konu açıklığa kavuşturuluyor: “Bir grup meleğin dünyaya inip insan kızlarıyla ilişkiye girdiği, onlardan çocuk sahibi olduğu ve insanlara bilgi aktararak ilahi yasakları çiğnediği” söz ediliyor bu uzunca anlatıda. Sonuçta “gözden düşmüş” ya da “Tanrı tarafından lanetlenmiş” bu meleklerin, kötülüğün simgesi olarak görülüp sert biçimde cezalandırıldığı anlatılıyor. Bu eski metne göre, dünyaya inen bu “itaatsiz” grubun lideri de, Azazel adlı bir melek. Etimolojik olarak bu adın anlamı, yaşanan bu cezalandırmaya da bağlı olarak, “Tanrı tarafından uzaklaştırılan” ya da kısaca “Tanrı’nın kovduğu”. Diğer yandan, bu adın “Ezazil”, yani Melek Tavus’un adıyla aynı olması da, Yahudi ve Hıristiyan inanç sistemleri açısından Ezidiliğe bakış açısına ilişkin tahmin yapmamızı kolaylaştırıyor.

Kısacası, tektanrıcı dinlerin Ezidileri hor görmekle yetinmeyip onlara sistematik olarak baskı, hatta soykırım uygulamalarının ardındaki görünür nedenlerden biri, “kâfirlik” ve “Şeytan izleyiciliği” suçlaması. Boyun eğmeyen, inançlarından vazgeçmeyen ve boyunduruk altına alınmayı kabullenmeyen bir toplum olmaları, onlara duyulan öfkeyi artıran unsurlardan biri. Kürt toplumunun içinde gelişen en eski inanç sistemlerinden biri olan Ezidilik, bölgedeki Türk ve Arapların yanı sıra, sonradan çoğunluğu Sünni Müslüman olan Kürt grupları tarafından da itiliyor, suçlamalarla yüzleşiyor ve en önemlisi, katliamlara, baskılara uğruyor. Bugün sayıca çok çok azalmış ve küçücük bölgelere sıkışmış olmalarının bir numaralı nedeni bu.

Kürt coğrafyasında İslam öncesi yaygın olan Zerdüşt inancıyla olan kökensel bağlantılar, kimi zaman fanatik kesimleri “Şeytan” ile ilgili suçlamalar konusunda daha da kışkırtıyor. Zerdüşt inancının ikicil (düalist) yapısında, iyiliğin temsilcisi Ahura Mazda’nın karşısında karanlığın ve kötülük ilkesinin temsilcisi olarak beliren Angra Mainyu (Ahriman) ile bağdaştırılan Melek Tavus kimliği, Ezidilere “şeytani” suçlamasının yapıştırılması çabalarında rol oynayabiliyor bazen. Müslümanlar tarafından adlandırılma biçimleriyle ilgili yaşadıkları rahatsız edici sorunlardan biri de, “Yezidi” sözcüğünün Halife Yezid bin Muaviye ile ilişkilendirilmesi. Aralarında Peygamber’in torunu Hüseyin’in de bulunduğu çok sayıda insanın katledilmesinden sorumlu olan Yezid bin Muaviye, İslam dünyasının hiçbir noktasında sevilmeyen, neden olduğu acılar yüzünden nefretle bakılan bir kişilik. Adı “kötülüğün simgesi” haline gelen Yezid’i ima ederek, İslam’ın dışındaki bir inanç sistemi için “Yezidi” sözcüğünün hakaret ve suçlama haline getirilmesi, yine bu coğrafyaya özgü garipliklerden biri. Ezidilerin (onlar kendilerini böyle adlandırıyor) Yezid bin Muaviye ile uzak yakın hiçbir ilişkileri olmadığı gibi, sözcüğün kökenindeki Farsça kökenli “Yazd”, genel olarak “tanrısal varlık” ya da belki “melek” anlamına gelen, kadim bir kavram. Onlar, Yaratıcı’nın maddi evrendeki tezahürü olan Yazd’ın, yani kutsal Melek Tavus’un izleyicileri.

On yıllar, hatta yüzyıllar boyunca bu topraklarda yaşayanların büyük çoğunluğunun Ezidilerin varlığından dahi haberdar olmaması, bu insanlara uygulanan sistematik baskıların bir sonucu. Yakın dönemde Şengal’de katliama uğrayan Ezidilerin dünya gündemine girmesiyle birlikte bu farklı inanç biçimine olan ilgi ve merak da birden arttı. Uzunca bir süre, Ezidi inancıyla ilgili doyurucu kaynak konusunda Türkiye’de ciddi bir sıkıntı vardı ama en azından son on yıl içinde birbiri ardına yayımlanan çalışmalarla, bu konudaki boşluk da doldurulmaya başladı denebilir. Bunların en yenilerinden biri, bu ay kitapçı vitrinlerine yerleşen, Birgül Açıkyıldız’ın “Yezidiler: Bir Toplumun, Kültürün ve Dinin Tarihi” adlı incelemesi.

Birgül Açıkyıldız, 2006 yılında Paris’te tamamladığı Ezidiler konulu doktora tezini dayanak alarak yazdığı bu kitabında, tanınmayan, görmezden gelinen ve neredeyse yok sayılan bir inanç sistemi ve onun izleyicisi olan cemaati her yönüyle gözler önüne seriyor. Çalışmasını uzun bir zaman dönemine yayılan inceleme gezileri ile destekleyen yazar, Suriye, Irak, İran ve Türkiye sınırları içindeki Ezidi topluluklarıyla bire bir görüşmelere dayalı gözlemlerini de olanca açıklığı ve içtenliğiyle paylaşmış okurlarıyla. Daha da önemlisi, (benim bildiğim kadarıyla) ilk kez Ermenistan’daki Ezidileri de içeren ve onlarla görüşme ve söyleşileri aktaran, çok kapsamlı bir araştırma ortaya koymuş. İnanç sisteminin köklerinden mit ve efsanelere, ritüellerden kutsal kitap ve metinlere dek Ezidilik çerçevesi içindeki her alanı, akıcı bir dille gözler önüne sermiş. Ezidi kültürünü ve inancını merak eden, öğrenmek isteyenlerin mutlaka ellerinin altında bulundurmaları gereken, önemli bir başvuru kaynağı; edinmekte yarar var.


İlk yayın: Vatan Kitap - 8 Kasım 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder