26 Temmuz 2017

Yarını bugünden öngörmenin çok renkli hikâyesi



Geleceği Keşfedenler / Walter Isaacson / Çev: Duygu Dalgakıran / Domingo


Bilimkurgu yazarlarının sevdiği beylik temalardan biridir: Günümüzün laboratuvarlarından birinde bir grup bilim insanı “zaman makinesi” denen fantastik aparatı icat eder ve tarihin derinliklerine doğru yolculuğa çıkarlar. Geçmişteki araştırmalarını tamamlayıp yeniden günümüze dönecekken, her nasılsa yanlarında o çağa ait birini de getirirler ve hikâyenin komedi unsurları devreye girer. Elektrik, telefon, televizyon, otomobil ve hayatımızın içinde varlıkları bize çok normal gelen daha birçok teknolojik aygıt, geçmişten gelen konuk için mucizevi, büyülü, çılgın, hatta “şeytan işi” araçlardır. Onları kavramakta, anlamakta, içine sindirmekte büyük zorluklar çekmekte; trafikten, asansörlerden, büyük binalardan, “düğmesine basınca yanan fener”lerden, “hiçbir at tarafından çekilmediği halde giden arabalar”dan fena halde korkmaktadır.



Söz konusu filmlerde çelişkilerin çarpıcılığını artırmak için, kahramanların gittiği çağ iyice uzak geçmişten seçilir ve sözgelimi bir Romalı askerin, Mısırlı rahibin ya da Kelt büyücüsünün, günümüzün teknolojisiyle karşılaştığı anda yaşayacağı şok kurgulanırken, oluşan kültürel uçurumun da parodisi yapılır.  Peki teknolojinin gelişim ivmesi bu derece dik bir grafik çizmeye başlarken, söz konusu çarpıcı çelişkileri sergilemek için, zaman makinesi sahiplerinin çok gerilere gitmesi gerekli midir gerçekten? Çoğu zaman, aynı tür bir deneyle 1960’lı yıllara gidip, oraların insanlarından birini buraya getirdiğimizde nasıl “şok”lar olabileceğini düşünerek gülümserim. Gözünüzün önüne getirmeye çalışın: Altmışlı yılların insanı, evimize konuk olmuş. Cep telefonlarımızla birbirimize anında ulaşmamızı ve haberleşmemizi hayretle izliyor. (Bakkalın ya da komşunun telefonunu arayıp “7 numaradaki Nazmiye Teyze’yi çağırabilir misiniz?” denmiyor mesela. Şehirler arası görüşme için “03’e kayıt verip saatlerce beklenmiyor”.) Bir arkadaşımızdan hesabımıza bir miktar para yollamasını istiyoruz, birkaç dakika içinde paranın ulaştığı bilgisi karşısında şoka giriyor. (Arkadaşımızın şubeye gidip havale işlemlerini yapmasını, sonra da bu havalenin bizim şubemize ulaşmasını günlerce beklememize gerek olmuyor yani.) Birlikte sokağa çıkıyor ve biraz ilerideki ATM’ye bir kart sokup paramızı çekiyoruz, geçmişten gelen dostumuz pert olmak üzere. (Yine bir şubeye gidip sıraya girmek ve “provizyon isteyip” en az bir saat beklemek yok.)  Sonra şokunu artırmak için, onu gezmeye çıkarıyoruz; gittiğimiz yerlerde telefonumuzla fotoğraf çekip sosyal medyada paylaşıyoruz. Anında gelen reaksiyonlar karşısında donup kalıyor 1960’ların misafiri. (“Sevgili Amca, geçen hafta çıktığımız tatildeki fotoğraflarımızı şimdi laboratuvardan aldım, bu mektupla birlikte yolluyorum” demiyoruz mesela.)

Hayatın, son 50 yıl içinde bile gözle görülür biçimde nasıl değiştiğini anlamak ve çarpıcılığı sergilemek için, Demir Devri’ne gitmemiz gerekmiyor zaman makinemizle. Ama iletişim alanında bugün yaşadığımız “geleceği” tasarlamak için birilerinin neler yapması gerektiğini sorgularken, en azından iki yüz yıl önceye dek uzanmamızda yarar var. Walter Isaacson da tam olarak bunu yapmış ve “Geleceği Keşfedenler” adlı kitabında bu uzun ve renkli yolculuğu tüm kilometre taşlarıyla önümüze sermiş. “Kimler neler düşündü ve neleri gerçekleştirmeye çalıştı da, bugüne uzanan yol adım adım inşa edildi?” sorusunu kafasında evirip çevirenlerin, baştan sona keyifle okuyacakları bir “pop tarih” kitabı, Isaacson’un bu kapsamlı çalışması.

Elbette, böyle bir serüvenin izlerini sürmeye çalışırken yapılması gereken ilk şey, süreci nereden başlatacağına karar vermek; yoksa “Dünya önce alevden bir toptu, yavaş yavaş soğudu” noktasına kadar gidersiniz ki pek de anlamlı olmaz. Isaacson, bence yerinde bir seçim yaparak, başlangıç noktasını “akıllı makine” fikrinin oluştuğu zamanlara yerleştirmiş. Sezgisellik, analitik zeka ve pratiklik açısından da bu keyifli tarihin sayfalarını, Lord Byron’ın kızı Ada Lovelace’in zihninde dönen tasarımlarla başlatmış; yani, 1843’e dek gitmiş.

Hikâyeyi adımlamaya, Ada’nın hayran olduğu Charles Babbage’ın, polinom denklemleri çözebilen Fark Makinesi ile başlıyoruz. Byron’ın kızının babasından aldığı yeteneği kullanarak bu mekanik cihaz üzerine yazdığı notlar, çoğu bilim insanının yaratıcılığını tetikliyor ve yavaş yavaş “kendi kendine hesap yapan, karar veren” cihazların temelleri atılıyor. Vannevar Bush’un Diferansiyel Analiz Makinesi ile yeni bir ivme kazanarak devam eden hikâye, Konrad Zuse’nin elektromekanik bilgisayarına, Harvard’ın devasa Mark 1’ine, Bell laboratuvarlarında transistörün icadıyla yaşanan büyük devrime, derken ilk “programlama dilleri”ne doğru su gibi akıyor kitabın sayfalarında. Isaacson, bu alandaki büyük gelişmeyi sağlayan bilimsel çabaların her iki boyutuna da, yani hem teknolojik yenilikler ve cihaz altyapısı (hardware) hem de söz konusu cihazların istendiği biçimde çalışmasına olanak veren “program yazma” (softwarew) hamlelerine paralel yer vererek, sürecin tamamını ayrıntılarıyla izleyebilmemize yardımcı oluyor. Elbette hikâyenin en eğlenceli yerlerinden biri, bilgisayarları birbirine bağlayarak “geniş ağlar” oluşturma fikri ve bunun geliştirilmesine yönelik aşamaların anlatıldığı bölümler. Bugün elimizin altındaki en doğal araçlardan biri olan Internet’in nasıl kolektif bir çabayla oluşturulduğunu ve bu platform üzerinde “arama motorları”ndan “elektronik posta”ya; “sosyal medya”dan “oyun ve eğlence” düzlemlerine dek sistemin nasıl başdöndürücü bir hızla geliştirildiğini akıcı bir hikâye içinde okumak, birçok bakımdan “zihin açıcı” oluyor.


Isaacson’un kitabı resimli bir mini kronolojiyle sürecin “haritasını” gözler önüne serdikten sonra, Byron’ın kızından Larry Page ve Steve Jobs’a uzanan çok renkli bir serüvenin içine çekiyor bizi. Oldukça temiz bir çeviriyle Türkçe’ye kazandırılan bu önemli yapıt, her entelektüelin kitaplığında bulunmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder