Yalnızlar
İçin Çok Özel Bir Hizmet / Murat Gülsoy / Can Yayınları
İlkin şunu belirtmem gerek ki, hayatında
kitaba belirgin biçimde ön sıralarda yer veren insanların çoğu için roman,
kolay kolay uzak durulamayacak bir tutkudur. Bir kitap mağazasında dolaşırken,
raflar arasında, vitrinde ya da ön sıralardaki tezgâhların birinde gerçekten
“iyi bir roman” karşınıza çıktığında, çoğunlukla bunu hemen hisseder ve bir an
önce dükkandan koltuğunuzun altında o kitapla çıkıp, sayfaları arasında tuhaf
bir hazla kaybolmak istersiniz. Daha ilk satırlardan itibaren de, kurgunun
merkezindeki karakterlerle aranızda bir bağ oluşmaya başlar. Mekânları onlarla
birlikte adımlayıp hikâyenin aktığı zamanın içinde erirken, olay örgüsünün
ilmeklerini sabırla izleyerek yolculuğun her aşamasının tadını çıkarmaya
çalışırsınız. Son sayfalara doğru yaklaştıkça aldığınız haz giderek yükselir
belki; ama bir yandan da o karakterlerle birlikte yaşamakta olduğunuz serüvenin
(ne yazık ki ve kaçınılmaz olarak) noktalanmak üzere olduğunu hisseder, bitişe
doğru ilerlemenin burukluğunu yaşarsınız. İyi bir roman okumak, bir edebiyat
tutkunu için paha biçilmez bir keyiftir.
Yine belirtmeliyim ki, benim için “iyi roman”, çoğu kez “sarsıcı roman”dır.
Zihnimin koridorlarında usulca gezinirken belleğimde uykuya yatmış parçacıkları
incecik dokunuşlarla tetikleyen ve beni daha önce üzerinde belki yüzlerce kez
düşündüğüm sorularla bir kez daha farklı biçimde yüzleşmeye çağıran kurguları,
bir başka hazla okurum. Sanırım Murat Gülsoy’un son romanı “Yalnızlar İçin Çok
Özel BirHizmet” için bir şeyler söylemeye başlarken, ilk ağızda sizi muhtemelen
böyle bir okuma sürecinin beklediğine ilişkin küçük bir ipucu vermem gerek.
Kısa ama yoğun bir yolculuğa çıkacaksınız romanın ana karakterleriyle birlikte
ve bunun her aşamasında zihninizde oluşan sorular ve ancak kendi kendinizle tartışarak
bulabileceğiniz karmaşık yanıtlarla baş başa kalacaksınız. Hepsi bir yana,
kurmaca oluşturma süreci üzerine en çok kafa yoran yazarlardan birinin,
parçaları ustaca bir araya getirilmiş “bir acayip” hikâyesini, hiç azalmayan
bir ilgi ve hazla adımlayacaksınız.
Nasıl tanımlayacağıma çok iyi karar veremesem de, girizgâh niyetine “zarf ile
mazruf” arasındaki tuhaf bağın sarsıcı hikâyesi diyebilirim roman için. Beden
yalnızca içinde taşıdığı “mazrufu” dış dünyayla buluşturan bir “zarf” ise ve
insan dediğimiz varlığın özünü zihin/ruh (psyche) oluşturuyorsa, bu zarfın
içine birden fazla “malzeme” yerleştirmeye kalktığımızda neler olur? Aynı beden
aracılığıyla maddi dünyayla ilişki kurup, birbirleriyle de karmaşık bir
etkileşime giren zihinler, eşsiz bir ruhsal zenginliğe mi kapı açarlar yoksa
kurallarını “bilinmeyen”in belirlediği bir kaosla mı yüz yüze gelirler?
“Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet”, böylesi alışılmadık bir soruyu kurgunun
ana eksenine yerleştirirken, yalnızlığı, yabancılaşmayı, varlığı, yokluğu ve
hiçliği sorgulayan bir tür iç hesaplaşmaya dönüşen, kendine özgü bir “mimari ve
matematik” sarmalına çekiyor okuru.
Yıllardır aynı üniversitenin koridorlarında aynı derslik ve anfilere girerek,
üzerinde aynı ceketle matematik dersleri veren Mirat, fakülte çevresinde onu
“eski, yavaş ve demode” bulanların ısrarlarına teslim olarak emekli olmayı
kabullenmiş ve işinden, eski hayatından uzaklaşmıştır. İlk bakışta ona bir tür
özgürlük sağlayacağını düşündüğü bu köklü değişikliğin çok kısa süre içinde eskisini
aratır bir yalnızlık ve boşluk hissini birlikte getirmesiyle, derin bir
hoşnutsuzluk içinde bulmuştur kendini. Hayatında ona kendini değerli ve önemli
hissettirecek kimsesi yoktur, tek başına yaşamaktadır ve hayatının neye
benzediğine ilişkin fikir yürütmek bile onu rahatsız etmektedir. Böyle derin
bir yalıtılmışlık duygusu içindeyken, adını ilk kez duyduğu tuhaf bir şirketin
el ilanını sıkıştırır biri avucuna. Üzerinde “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir
Hizmet” başlığının yer aldığı bu ilan, çevresiyle iletişim kurmakta sorun
yaşayan, sevgilisi ya da güvendiği yakın dostları olmayan, kendini her şeye
yabancılaşmış hisseden insanlara yeni bir seçenek sunmaktadır: Bedeninde, her
an onunla birlikte olup yoldaşlık edecek bir başka zihin (ya da “ruh”) için yer
açmak. Peki nasıl olacaktır bu? Tıpkı organlarını bağışlar gibi, öldükten sonra
bir başka bedende yeniden yaşam bulmak üzere zihnini bu tıbbi araştırma
şirketine bağışlamış bir insanı, bedeninde konuk ederek.
Mirat, içinde bulunduğu yoğun çaresizliğin etkisiyle bu teklifi kabul eder ve
genç yaşında sevgilisiyle geçirdiği bir motosiklet kazası sonucu hayatını
kaybeden, kendinden epey genç Esra’nın zihnine, “taşıyıcı” olur. Artık
bedeninde ona da yer açacak, zihninin derinliklerinde onunla sohbet edecek ve sıradışı
bir “arkadaşlığı” yaşayacaktır. Esra da, yitirdiği yaşama ve maddi dünyaya onun
bedeniyle geri dönecek, dünyayı Mirat’ın gözleriyle görecek, müziği onun
kulaklarıyla dinleyecek, hatta yaşarken hiç tatmadığı rakıyı onun aracılığıyla
içerek sarhoşluğun bile tadını çıkarabilecektir. İlk anda heyecan verici
görünen bu fantastik deneyim, kısa süre içinde karmaşıklaşmaya başlar ve “aynı
zarf” içindeki bu çoğul yaşam, bambaşka sorun ve huzursuzlukları beraberinde
getirir.
“Hikâye” bunun üzerine kurulu; ama “roman”, bu kadar değil. Jorge Luis Borges
ile derin bir felsefi dertleşmeyi içinde barındıran “Önsöz” ile başlayan kitap,
Mirat’ın fantastik serüveniyle devam ediyor ve ardından, yazarın gerçekten
oldukça etkileyici “iç yolculuğu” ya da “kendisiyle söyleşisi” ile, hikâyeyi
bambaşka bir boyutta tamamlayan “ekler” alıyor sırayı (ki başta kullandığım
“sarsıcı” nitelemesini pekiştiren bölümler de bunlar zaten.)
Kurmaca ve yaratım süreci üzerine durmaksızın düşünen ve kimi zaman bu
düşüncelerini kendi romanlarına da taşıyan üretken bir yazarın, cesur ve sağlam
kurgusu eşliğinde, sizi de bir iç yolculuğa çıkmaya yüreklendirecek, etkili bir
anlatıyla buluşacaksınız bu kitapta. (Bu arada Gülsoy’un okurları, yazarın
“Baba, Oğul ve Kutsal Roman”ından küçücük “fragmanlarla” karşılaşmaktan da
hoşlanacaklar.) Her şeyin ötesinde, yılın üzerinde en çok konuşulmaya değer
romanlarından birini okuyacağınızın garantisini verebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder