Göbekli Tepe / Karl W. Luckert / Çev: Leyla Tonguç Basmacı /
ALFA
Bundan on beş yıl kadar önce arkeolojiyle ilgili haber
kaynakları “tarihin yeniden yazılmasını gerektirecek” büyük buluştan söz etmeye
başladığında, bundan en çok heyecan duyması gerekenlerin, o buluşun yapıldığı
toprakların bugünkü mirasçıları olması gerektiği beklenirdi elbette. Ama en
azından ilk birkaç yılda işler pek de böyle yürümedi. Beş yüz yıl önceki
atalarının fetih ve seferleriyle övünme konusunda fazlasıyla istekli olan bir
toplum, on iki bin beş yüz yıl önce uygarlığın dönüm noktalarından birinin
kendi topraklarında yaşanmış olmasıyla çok da yakından ilgilenmiş görünmüyordu.
Bu nedenle, Harran yakınlarında Alman arkeologlar yönetiminde bir süredir
yürütülen kazıların sonuçları “flaş haber” olarak dünyaya duyurulurken, bu
toprakların sakinleri arasında ilkin yalnızca “meslekten olanlar” ve “meraklı
amatörler” paylaştı bu heyecanı. Neresinden baksanız, “toz toprak içindeki bir
düzlükte bulunmuş üç beş taş parçası” ile coşkuyla ilgilenecek insanların
sayısı, hafta sonları futbol ligi karşılaşmalarının oynandığı stadyumları
doldurmaya yetecek kadar bile değildi.
Ne zaman ki Batı basınının büyük gazeteleri Harran’da yapılan kazıları süslü ve
gösterişli cümlelerle manşetlerine taşımaya başladı, bizim coğrafyamızda da
Göbeklitepe efsanesi yavaş yavaş biçimlenmeye başladı – elbette, yine bir
“böbürlenme unsuru” olarak. Büyük olasılıkla, bugün “uygarlık” olarak
adlandırdığımız sistemin doğduğu toprakların mirasçılarıydık; söz konusu mirasa
sahip çıkma konusunda sicilimiz pek parlak görünmese de, bundan kendimize pay
çıkarma konusunda gayet istekli görünebilirdik. Göbeklitepe’nin burnunun
dibinde, aşağı yukarı onun kadar eski bir yerleşim olan Nevali Çori’yi kılı
kıpırdamadan bir baraj projesine feda edip sular altında bırakmış bir nesle
mensuptuk ama olsun; bu, “tarihin ilk tapınağı” ile övünmemize engel değildi.
2001 yılında Alman arkeolog Klaus Schmidt başkanlığında gerçekleştirilen kazıların
sonuçları haber bültenlerine girdiğinden beri, Göbeklitepe tarih ve arkeoloji
meraklılarının gözdesi durumunda. Hatta Schmidt’in bir röportaj sırasında
ettiği “Belki de Adem ile Havva’nın cennet bahçesi burasıydı” ve “yerleşik
hayatın öncesinde din ve tapınak vardı” gibi bence bir hayli “maksadını aşan”
cümlelerden sonra, teoloji ve kutsal kitap doğrulama tutkunlarının da ilgi
odağı oldu denebilir. Bulgunun gerçek niteliği, değeri ve işlevi bir yana,
Göbeklitepe çevresinde oluşup genişleyen bir de “mistik/dinsel halka” var
yıllardır.
Bütün bunlara karşın, bu denli çarpıcı bir bulguyla ilgili olarak bugüne dek
yazılan kitapların sayısının henüz iki elin parmaklarını bile bulmaması tuhaf
görünebilir. Ancak, kazılar sırasında ortaya çıkanların henüz buzdağının suyun
üzerindeki kısmı olduğu ve çalışmaların devam ettiği (uzun yıllar da edeceği)
göz önüne alındığında, bu eksikliğin “akademik temkin” ile bağlantılı olduğunu
belirtmek gerekir. Açık söylemek gerekirse, bilim dünyası henüz Göbeklitepe’den
elde edilen malzemeyle neler yapılabileceği konusunda kararsızlığını aşabilmiş
değil. Elimizdeki bölük pörçük kronolojinin içerisinde binlerce yılı bulan
büyük boşluklar olduğu sürece de bu durumun çok fazla değişmesini beklememek
gerek. Buna karşın, Göbeklitepe gerçekten tarihi algılayış biçimimizi radikal
olarak değiştirebilecek bir milat ve çalışmalar yoğunlaştıkça çok daha somut
bir yerlere doğru ilerleneceğini öngörebiliriz rahatlıkla.
Bilimsel rapor ve makaleler dışında, bu önemli bulguyu “uzman olmayanların”
dünyasına taşıyacak kitap sayısı gerçekten çok az. Bunların Türkçe’ye çevrilen
en yenilerinden biri, dinler tarihi uzmanı Karl W. Luckert’in 2013 tarihli
“Jager-Tempel am Bauchberg Göbeklitepe” adlı çalışması. Leyla Tonguç
Basmacı’nın çevirisiyle Alfa tarafından yayımlanan kitabın önsözünü de,
Göbeklitepe kazılarını yıllarca yöneten, geçen yıl yitirdiğimiz Klaus Schmidt
yazmış. Bir referans çalışması olmaktan çok, Luckert’in tarih perspektifi
uzantısındaki “Göbeklitepe tezleri”ni içeren kitap, uzmanlık alanı dinler
tarihi olan bir akademisyenin bu önemli tarihsel bulguya uygarlık/din eksenine
kilitli bakış açısından kesitler içeriyor.
Belki çok kısa da olsa, Göbeklitepe’de bulunanın “ne” olduğunu ana hatlarıyla
gözden geçirmekte yarar var: Yakın zamana dek, yeryüzündeki en eski yerleşim
yerinin, 11,000 yıl önce kurulduğu sanılan İsrail sınırları içindeki Eriha
(Jericho) olduğu düşünülürdü. Ancak 2001 yılında keşfi açıklanan
Göbeklitepe’nin uzmanlarca günümüzden 12,500 yıl önceye tarihlenmesi, her şeyi
değiştirdi. Belki bir “yerleşim” değildi ve kazılarda ortaya çıkarılanlar
(şimdilik) yalnızca bir “tapınak” ya da kutsal alanın kalıntılarından ibaretti;
ama simge kullanımının derinliği, taş işçiliği ve mimari planlamanın yetkinliği
göz önüne alındığında, ancak yerleşik yaşama geçip, inşaat ve zanaat geleneğini
geliştirebilmiş bir toplum tarafından yapılmış olabileceği açıktı. Buna karşın,
başta kazıyı yöneten Klaus Schmidt olmak üzere kimi uzmanların, kalıntıların
“avcı-toplayıcı” bir grup tarafından ve “din amaçlı” inşa edildiği yolundaki
yorum ve açıklamaları, bugün de devam eden tartışmaları gündeme getirecekti.
(Meraklısına not: Schmidt’in yaklaşımıyla ilgili eleştirilerimi, 2011 tarihli
“Kozmik Okyanus” adlı kitabımda ayrıntılı olarak anlatmıştım.)
Luckert’in kitabı da, Göbeklitepe’nin inşacılarının “avcı-toplayıcı” olduğu
varsayımından hareket ederken, birçok noktasında Schmidt’in bile temkinli
yaklaştığı, oldukça iddialı tezleri sergilemekte. Bugün bir terim olarak bile
geçerliliği tartışılmaya başlayan “avcı-toplayıcı” nitelemesinin getirdiği
sorunlar bir yana, Luckert’in hegemonya mekanizmasına ataerkil/sınıfsal
belirleyicileri hafife alarak yaklaşması, kimi zaman “ayakları yere basan” bir
perspektiften uzaklaştığımız hissini veriyor. Buna karşın, mevcut kaynak
kıtlığı içinde Göbeklitepe üzerine “düşünmeyi” sağlayan yönleriyle bile dikkate
değer, kolay okunan ve el altında bulundurulmasında yarar gördüğüm bir kitap.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder