26 Temmuz 2017

Uygarlığın “beşiği”ni doğru anlamak


Göbekli Tepe / Karl W. Luckert / Çev: Leyla Tonguç Basmacı / ALFA

Bundan on beş yıl kadar önce arkeolojiyle ilgili haber kaynakları “tarihin yeniden yazılmasını gerektirecek” büyük buluştan söz etmeye başladığında, bundan en çok heyecan duyması gerekenlerin, o buluşun yapıldığı toprakların bugünkü mirasçıları olması gerektiği beklenirdi elbette. Ama en azından ilk birkaç yılda işler pek de böyle yürümedi. Beş yüz yıl önceki atalarının fetih ve seferleriyle övünme konusunda fazlasıyla istekli olan bir toplum, on iki bin beş yüz yıl önce uygarlığın dönüm noktalarından birinin kendi topraklarında yaşanmış olmasıyla çok da yakından ilgilenmiş görünmüyordu. Bu nedenle, Harran yakınlarında Alman arkeologlar yönetiminde bir süredir yürütülen kazıların sonuçları “flaş haber” olarak dünyaya duyurulurken, bu toprakların sakinleri arasında ilkin yalnızca “meslekten olanlar” ve “meraklı amatörler” paylaştı bu heyecanı. Neresinden baksanız, “toz toprak içindeki bir düzlükte bulunmuş üç beş taş parçası” ile coşkuyla ilgilenecek insanların sayısı, hafta sonları futbol ligi karşılaşmalarının oynandığı stadyumları doldurmaya yetecek kadar bile değildi.


Ne zaman ki Batı basınının büyük gazeteleri Harran’da yapılan kazıları süslü ve gösterişli cümlelerle manşetlerine taşımaya başladı, bizim coğrafyamızda da Göbeklitepe efsanesi yavaş yavaş biçimlenmeye başladı – elbette, yine bir “böbürlenme unsuru” olarak. Büyük olasılıkla, bugün “uygarlık” olarak adlandırdığımız sistemin doğduğu toprakların mirasçılarıydık; söz konusu mirasa sahip çıkma konusunda sicilimiz pek parlak görünmese de, bundan kendimize pay çıkarma konusunda gayet istekli görünebilirdik. Göbeklitepe’nin burnunun dibinde, aşağı yukarı onun kadar eski bir yerleşim olan Nevali Çori’yi kılı kıpırdamadan bir baraj projesine feda edip sular altında bırakmış bir nesle mensuptuk ama olsun; bu, “tarihin ilk tapınağı” ile övünmemize engel değildi.

2001 yılında Alman arkeolog Klaus Schmidt başkanlığında gerçekleştirilen kazıların sonuçları haber bültenlerine girdiğinden beri, Göbeklitepe tarih ve arkeoloji meraklılarının gözdesi durumunda. Hatta Schmidt’in bir röportaj sırasında ettiği “Belki de Adem ile Havva’nın cennet bahçesi burasıydı” ve “yerleşik hayatın öncesinde din ve tapınak vardı” gibi bence bir hayli “maksadını aşan” cümlelerden sonra, teoloji ve kutsal kitap doğrulama tutkunlarının da ilgi odağı oldu denebilir. Bulgunun gerçek niteliği, değeri ve işlevi bir yana, Göbeklitepe çevresinde oluşup genişleyen bir de “mistik/dinsel halka” var yıllardır.

Bütün bunlara karşın, bu denli çarpıcı bir bulguyla ilgili olarak bugüne dek yazılan kitapların sayısının henüz iki elin parmaklarını bile bulmaması tuhaf görünebilir. Ancak, kazılar sırasında ortaya çıkanların henüz buzdağının suyun üzerindeki kısmı olduğu ve çalışmaların devam ettiği (uzun yıllar da edeceği) göz önüne alındığında, bu eksikliğin “akademik temkin” ile bağlantılı olduğunu belirtmek gerekir. Açık söylemek gerekirse, bilim dünyası henüz Göbeklitepe’den elde edilen malzemeyle neler yapılabileceği konusunda kararsızlığını aşabilmiş değil. Elimizdeki bölük pörçük kronolojinin içerisinde binlerce yılı bulan büyük boşluklar olduğu sürece de bu durumun çok fazla değişmesini beklememek gerek. Buna karşın, Göbeklitepe gerçekten tarihi algılayış biçimimizi radikal olarak değiştirebilecek bir milat ve çalışmalar yoğunlaştıkça çok daha somut bir yerlere doğru ilerleneceğini öngörebiliriz rahatlıkla.

Bilimsel rapor ve makaleler dışında, bu önemli bulguyu “uzman olmayanların” dünyasına taşıyacak kitap sayısı gerçekten çok az. Bunların Türkçe’ye çevrilen en yenilerinden biri, dinler tarihi uzmanı Karl W. Luckert’in 2013 tarihli “Jager-Tempel am Bauchberg Göbeklitepe” adlı çalışması. Leyla Tonguç Basmacı’nın çevirisiyle Alfa tarafından yayımlanan kitabın önsözünü de, Göbeklitepe kazılarını yıllarca yöneten, geçen yıl yitirdiğimiz Klaus Schmidt yazmış. Bir referans çalışması olmaktan çok, Luckert’in tarih perspektifi uzantısındaki “Göbeklitepe tezleri”ni içeren kitap, uzmanlık alanı dinler tarihi olan bir akademisyenin bu önemli tarihsel bulguya uygarlık/din eksenine kilitli bakış açısından kesitler içeriyor.

Belki çok kısa da olsa, Göbeklitepe’de bulunanın “ne” olduğunu ana hatlarıyla gözden geçirmekte yarar var: Yakın zamana dek, yeryüzündeki en eski yerleşim yerinin, 11,000 yıl önce kurulduğu sanılan İsrail sınırları içindeki Eriha (Jericho) olduğu düşünülürdü. Ancak 2001 yılında keşfi açıklanan Göbeklitepe’nin uzmanlarca günümüzden 12,500 yıl önceye tarihlenmesi, her şeyi değiştirdi. Belki bir “yerleşim” değildi ve kazılarda ortaya çıkarılanlar (şimdilik) yalnızca bir “tapınak” ya da kutsal alanın kalıntılarından ibaretti; ama simge kullanımının derinliği, taş işçiliği ve mimari planlamanın yetkinliği göz önüne alındığında, ancak yerleşik yaşama geçip, inşaat ve zanaat geleneğini geliştirebilmiş bir toplum tarafından yapılmış olabileceği açıktı. Buna karşın, başta kazıyı yöneten Klaus Schmidt olmak üzere kimi uzmanların, kalıntıların “avcı-toplayıcı” bir grup tarafından ve “din amaçlı” inşa edildiği yolundaki yorum ve açıklamaları, bugün de devam eden tartışmaları gündeme getirecekti. (Meraklısına not: Schmidt’in yaklaşımıyla ilgili eleştirilerimi, 2011 tarihli “Kozmik Okyanus” adlı kitabımda ayrıntılı olarak anlatmıştım.)


Luckert’in kitabı da, Göbeklitepe’nin inşacılarının “avcı-toplayıcı” olduğu varsayımından hareket ederken, birçok noktasında Schmidt’in bile temkinli yaklaştığı, oldukça iddialı tezleri sergilemekte. Bugün bir terim olarak bile geçerliliği tartışılmaya başlayan “avcı-toplayıcı” nitelemesinin getirdiği sorunlar bir yana, Luckert’in hegemonya mekanizmasına ataerkil/sınıfsal belirleyicileri hafife alarak yaklaşması, kimi zaman “ayakları yere basan” bir perspektiften uzaklaştığımız hissini veriyor. Buna karşın, mevcut kaynak kıtlığı içinde Göbeklitepe üzerine “düşünmeyi” sağlayan yönleriyle bile dikkate değer, kolay okunan ve el altında bulundurulmasında yarar gördüğüm bir kitap.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder