Nilgün Marmara / Defterler / Everest
Elimdeki kitabın sayfalarını birbiri ardına çevirirken,
giderek daha rahatsız edici hale gelen bir soru zihnimde dolaşıp duruyor. Belki
bir değil, birbirine eklemlenmiş birkaç sorudan oluşan bir paket bu; ama içerdiği
her soru parçacığı aynı ana noktadan çıkıp bir kavşakta buluşuyor. İçimden bu
paketi her yineleyişimde, göğüs kafesimin derinliklerine sinmiş bir zımpara
kâğıdının kontrolsüzce yüreğime sürtünüp durduğunu hissediyorum. “Hepimiz bir
gün öleceğiz,” diyorum, o hiç haz etmediğim gerçekliği bir kez daha anarken.
“Ve bazılarımız, yaşadığımız süre boyunca içinden geçtiğimiz duygusal
süreçleri, ruhumuzda patlayan fırtınaları, olanca dürüstlüğümüzle sözcüklere,
yazıya dökerek kayda geçirmeyi yeğliyoruz. Peki kimin için düşüyoruz o
kayıtları? Dürüstlük ve içtenlikle yazıldığını söylüyorsak, öncelikle kendimiz
için elbette. İçlerinde mektup formunda olanlar varsa, bunları da hem kendimiz
hem de haberleştiğimiz kişi için kaleme alıyoruz; yani aslında iki kişiye ait
bir mülkiyet ve mahremiyet söz konusu. Bu durumda, yaşamımız sona erdiğinde,
kağıtlara ya da defterlere geçirdiğimiz o zihinsel/duygusal anlara ait parçacıkların
bir biçimde ‘herkese açık’ hale getirilmesini ister miyiz?”
Yanıtı kendi adıma vermeye çalışırken bir hayli teredütte kalsam da, “hayır”
diyorum, ister istemez. Eğer aksi yönde bir vasiyetim olmadıysa, mektuplarımın,
notlarımın, günlüklerimin, tanımadığım insanlarla alenen paylaşılmasını
istemezdim. (İstemek? “Benim” var olmadığım bir ortamda “istemlerim” olabilir
miydi? Bu da ayrı bir durum.) Aynı şekilde, artık yaşamayan bir dost ya da
yakınımın hayattayken bana yazdığı mektupların başka insanlarca okunabilir
kılınmasını da, bir tür mahremiyet ihlali olarak algılardım. Mektubu yazan kişi
buna izin vermiş, rıza göstermiş olsa bile.
Edebiyat dünyası söz konusu olduğunda, bu sorunun anlamı da,
ele alınış biçimi de değişiveriyor birden. Eğer yazdıklarıyla bir “değer”
olmuş, cümleleri ya da dizeleri önemsenen ve bir biçimde kitlelere seslenip onların
yüreklerine dokunmayı başarabilmiş biriyseniz, yazdığınız her şey
paylaşılabilir bir nitelik kazanabiliyor; alışveriş listeleriniz bile. Bu
nedenledir ki, yazarların, şairlerin, düşünürlerin hayattayken kaleme aldıkları
mektuplar ve günlükler, çoğu kez varislerince yayımlanıp okurlarla
buluşabiliyor; hatta o kişinin yapıtları arasında kendine ayrıcalıklı bir yer
bulabiliyor. Edebiyat tarihi, yazarların en az kitapları kadar önemsenen bu tür
derlemelerle dolu ve hepsinin ayrı bir değeri var.
İşte Nilgün Marmara’nın Everest tarafından yayımlanan “Defterler”ini okurken,
farklı yönlere doğru savrulan çelişik düşünceler kafamda dolaşıp duruyor ve
aynı soruyu yineleyip duruyorum kendi kendime: Nilgün bu defterlerin yayımlanıp
okura ulaşmasını ister miydi? Yazışmalarının ve duygusal süreçlerinin herkese
açık hale getirilmesi hoşuna gider miydi? Yoksa yalnızca yakınlarının saklaması
için bıraktığı bir tür miras mıydı o kayıtlar? 29 yaşında yaşamına son veren
sıradışı bir şairin tam da 29’uncu ölüm yıldönümünde, ondan geriye kalan pek az
şeyden biri olan “Defterler”, tuhaf bir burukluk eşliğinde bunları düşündürüyor
bana.
Ne var ki, aslında durum bu kadar yalın değil; herhangi bir yorumda bulunmadan
önce, konunun “evveliyatını” da gözden geçirmek gerekiyor. Nilgün Marmara 13
Ekim 1987’de yaşamına son verdiğinde, ardında daktiloya çektiği şiirlerini ve
bu iki defteri bırakmış; eşi Kağan Önal’a yazdığı son notunda da, isterse bu
şiirleri yayımlayabileceğini belirtmişti. Dergilerde yayımlanan ürünleri
dışında, hayattayken şiirlerinin kitap haline geldiğini görme şansı olmamış bir
şairdi Marmara. Bu nedenle “vasiyeti” niteliği taşıyan o not ayrı bir değer
taşıyordu ve Önal da bu vasiyeti yerine getirdi. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler”,
bir yıl kadar sonra, 1988’de yayımlandı; Marmara’nın geride bıraktığı yazıları
da yine Önal tarafından derlenerek “Metinler” adıyla 1990’da okura ulaştı.
Geride kalan iki defter, onun yakınlarına bıraktığı kişisel miras
niteliğindeydi ve yazdığı notta, bunların yayımlanmasıyla ilgili herhangi bir
şey yazmamıştı. Kağan Önal bu nedenle defterleri herhangi bir biçimde okurlara
ulaştırmayı hiç düşünmedi. Ancak erken yaşama veda edişi, intiharı yeğlemiş
olması, genç yaşına karşın usta bir kalemden çıkmış izlenimi veren çarpıcı
şiirleriyle Marmara 1990’ların başında genç okurlar için bir “martyr”, bir
“fenomen” olmuştu artık ve onunla ilgili her şey merak ediliyordu.
Şair arkadaşı Gülseli İnal, Nilgün’ün defterlerini anne Perihan Marmara’dan
talep etti ve kızının unutulmamasını isteyen annenin rızasıyla bunları alıp
editörlüğü üstlendikten sonra, “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla 1993’te
yayımlattı. Bir hayli tartışmalı bir kitaptı bu, çünkü İnal defterleri bire bir
yayımlatmamış, bir “seçime” tabii tutup, kendi tercihleri uzantısında yaptığı bir
derlemeye dönüştürmüştü. Daha da ilginci, bu yayımın sonrasında söz konusu iki
defteri aileye iade etmeyip kendine saklama konusunda bir hayli direnmişti.
Çeyrek yüzyıl sonra bu defterler nihayet yeniden Kağan Önal’a döndü ve elimde
tuttuğum son, eksiksiz baskı yayımlanabildi. (Nilgün Marmara’nın defterleriyle
ilgili tartışmalara ilişkin ayrıntılı bilgiyi, Buket Aşçı’nın 2010 Kasım’ında
Vatan Kitap’ta yazdığı yazı ve Kağan Önal ile yaptığı röportajda
bulabilirsiniz.)
İşte bu süreci bilerek “Defterler”e yeniden baktığımda, tereddüt ve
rahatsızlıklarımı bir yana koyuyor ve işler bu noktaya geldikten sonra
Marmara’nın mektupları, notları ve yayımlanmamış bir oyunundan oluşan
derlemenin eksiksiz biçimde okura aktarılmasının önemini teslim ediyorum.
Eşiyle birlikte Libya’da geçirdiği günler, yaptığı okumalarına ilişkin notları
ve bir hayli “sıradışı” olarak adlandırılabilecek tiyatro oyununu okurken, çok
vakitsiz yitirdiğimiz bu ışıltılı şairi biraz daha yakından tanıyabileceksiniz.
En önemlisi, “efsanenin içindeki insanı” tüm gerçekliğiyle hissetmek, “Yaşamın
neresinden dönülse kârdır” cümlesini kurabilen bir şairi anlamaya çalışmak,
size iyi gelecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder