Ortaçağda Büyü / Richard Kieckhefer / Çev: Zarife Biliz /
ALFA
Bilimkurgu dünyasının öncü isimlerinden Arthur C. Clarke,
“Büyü, henüz anlamayı beceremediğimiz bilimdir,” diyor. Benzeri yorumlar,
modern çağın açık fikirli çoğu düşünürünce de yinelenir sürekli. Bugün büyü
diye nitelenen eylem ya da deneylerin yarının bilimi olmayacağını kim
söyleyebilir ki? Binlerce kilometre uzaktaki insanlarla haberleşebildiğini
söyleyen birine, bundan yüz elli yıl kadar önce “büyücü” yakıştırması
yapılabilirdi ancak. Bu bakışa göre Guiglielmo Marconi de, John Logie Baird de,
Alexander Graham Bell de birer büyücüydü. Mum ya da kandile gerek kalmaksızın
her yeri aydınlatacak bir ışık kaynağının peşine düşecek birine, Ortaçağ’da
büyücü ya da “cadı” suçlaması getirilir; muhtemelen de kısa bir engizisyon
oturumunun ardından yakılarak ölüme mahkum edilirdi. Oysa yüz yıldan uzun bir
süredir Thomas Alva Edison adlı büyücünün icat ettiği nesnelerle aydınlanıyor
ve bunu “büyü” olarak adlandırmıyoruz. Örnekleri çoğaltarak işi uzay
mekiklerine, bilgisayarlara ya da nano teknolojinin kullanıldığı tıbbi alanlara
dek götürmenin alemi yok. Anafikir belli: Bugün hayatımızın içinde olan araç,
ürün ve hizmetlerin çok büyük bir bölümü, bir zamanlar ancak “büyü” olarak
adlandırılabilirdi. Bunları geliştiren ya da kullanan kişilere de muhtemelen
korkuyla karışık bir öfkeyle bakılırdı. “Büyü ve cadılık tarihi” başlığı
altında kategorize edilen dönemin tipik özelliği de bu korku ve öfkenin
ardındaki ideolojik, cinsiyetçi, sınıfsal ve elbette dinsel kaygılardı.
Tabii her şey bu kadar basit ve yalın değil. Başlangıcını bilemediğimiz bir
zamandan beri insanlık tarihinde büyü ve büyücülük var oldu. Hep vardı, bugün
de var, gelecekte de var olacak.Üstelik işin, “bugünün büyüsü, yarının bilimi”
deyişiyle geçiştirilemeyecek yanları da var. Binyıllardır insanlar karşı cinsi
kendine aşık etmek, karı kocayı ayırmak, güç ve zenginliğe kolayca ve çaba
harcamadan ulaşmak gibi güdüler başta olmak üzere birçok şey için büyüye
başvuruyor ya da büyücülerden medet umuyor. Mesele büyünün “işe yarayıp
yaramaması” ya da “hurafe mi bilgelik mi” makası içinde ele alınması değil.
İnansanız da, inanmasanız da, değer verseniz de, aşağılasanız da, büyü
insanlığın kültürel tarihi içindeki en derin ve en “uzun soluklu” uğraşı
alanlarından biri. Ama buna rağmen, büyü ve büyücülüğün doğru olarak
kavranmasından yola çıkacak çok yönlü bir kültürel antropoloji bakışından hâlâ
uzaktayız.
Ortaçağ din tarihi uzmanı ve yazar Richard Kieckhefer, bu konunun kavramsal ve
tarihi düzlemde biraz daha klişelerden uzak ve derinlikli ele alınması amacıyla
hazırladığı “Ortaçağ’da Büyü” adlı kitabında, bu oldukça kritik alana yönelik
sistermatik bir bakış oluşturmaya çalışıyor. Büyü (magus, maji) sözcüğünün Batı
dillerine Pers kültüründen taşınması (ve kavramın bir miktar aşınması) ile
başlayıp, tektanrıcı inançlar öncesindeki kültürlerin büyü kapsamında
değerlendirilecek ritüel ve geleneklerine kısaca değindikten sonra, asıl amacı
olan Ortaçağ’daki büyü anlayışına yöneliyor yazar. Paganizmin Kilise baskısı
altında çözülmeye başladığı süreci ve ardından gelen “ortak büyü geleneği”ni
tipik görünümleriyle ele almayı uygulama, ritüel ve ilkelerine göz atmayı
deniyor. Nihayet, büyünün, onu yasaklayan tektanrıcı kültürün içinde,
Yahudi-Hıristiyan-Müslüman kültürlerinde nasıl var olduğunu ve kadim kültürün
sızıntılarından beslenerek nasıl değişim gösterdiğini inceliyor.
Bilindiği üzere, büyü ve onu yaratan geleneğe olan yaklaşım, iki ayrı kutup
olarak görülen uhrevi dünyada ve akademisyenler dünyasında farklı dayanak
noktaları üzerinde biçimlenir. Din çevreleri için büyü ve “pagan” gelenek, yok
edilmesi gereken eski kültürün inatçı bir uzantısıdır ve Ortaçağ boyunca hem
Batı’da hem Doğu’da iktidarın sağlam bir bileşeni olan kurumsal dinlerin büyü
geleneğine yanıtları, özel sorgu sistemleri (Engizisyon gibi) oluşturup ağır
cezalar (yakılarak, derisi yüzülerek, boğularak öldürmek gibi) yağdırmak
olmuştur. Büyü olarak yaftalanan kültür, merkezi iktidar için geçmişten gelen
inanç ve düşünce biçimlerinin tamamını temsil etmektedir ve salt bu nedenle
ruhban otoritesi için bir tehdit oluşturur. Eğer büyü, en genel tanımıyla
“doğaüstü bir gücün yardımını talep ederek maddi dünyayı etkileyecek sonuçlar
ortaya çıkarmak” ise, kurumsal dinlere göre bu sözü edilen doğaüstü güç(ler)
pagan dönemin tanrıları, yani egemen bakış açısıyla “sahte tanrılar” ya da daha
keskin bir nitelemeyle “şeytanlar, demon’lar, cinler” olabilir ancak. Eski
kültürü hedef alan büyü ve cadılık koğuşturmaları bu nedenle, bahçesinde
balkabağı içinde mum yakandan tutun, topladığı otlarla ilaçlar yapan şifacı
ebeleri (midwife) birer potansiyel suçlu haline getirecektir.
Diğer yandan akademik dünyanın büyüye bakışı, çok daha farklı klişe ve
önyargılar üzerinde biçimlenir. Üst başlık olarak “büyücülük” etiketinin
altında yer alan her kültürel parçacık, yani kadim inanç biçimleri, ritüeller
ya da şifacılık geleneği, çoğunlukla “boş inanç, hurafe” kapsamında
değerlendirilir. Engizisyon ya da ağır cezaların yerini, itibarsızlaştırma ve
aşağılama almıştır; kadim kültür ve düşünce biçimleri “ilkellik” gözlüğünden
bakarak ele alınır. Elbette bunun istisnalarına rastlanmaktadır akademik
dünyada ama genel eğilim, “alternatif tıp” alanında çalışan bilim insanlarına
dahi dudak bükmenin ötesine geçmez pek.
Richard Kieckhefer’in kitabı, ciddi bir kaynak sıkıntısı çekilen bu konuya
ilişkin elle tutulur referans bulmaya çalışanların ilgisini çekecek bir
inceleme. Ortaçağ’daki koğuşturmalar ve “cadı davaları” konusunda ilk akla
gelen uzmanlardan biri olan Kieckhefer, her ne kadar konunun
ideolojik-cinsiyetçi boyutlarına ve merkezi hegemonya ile ilişkisine çok fazla
değinmiyorsa da, “okült bilgi”nin dinsel kaygılarla baskı altına alınma
sürecini çarpıcı örnekler de sunarak anlatıyor. El altında bulundurulması
gereken bir kitap.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder