26 Temmuz 2017

Maji'nin karşı konulmaz cazibesi


Ortaçağda Büyü / Richard Kieckhefer / Çev: Zarife Biliz / ALFA

Bilimkurgu dünyasının öncü isimlerinden Arthur C. Clarke, “Büyü, henüz anlamayı beceremediğimiz bilimdir,” diyor. Benzeri yorumlar, modern çağın açık fikirli çoğu düşünürünce de yinelenir sürekli. Bugün büyü diye nitelenen eylem ya da deneylerin yarının bilimi olmayacağını kim söyleyebilir ki? Binlerce kilometre uzaktaki insanlarla haberleşebildiğini söyleyen birine, bundan yüz elli yıl kadar önce “büyücü” yakıştırması yapılabilirdi ancak. Bu bakışa göre Guiglielmo Marconi de, John Logie Baird de, Alexander Graham Bell de birer büyücüydü. Mum ya da kandile gerek kalmaksızın her yeri aydınlatacak bir ışık kaynağının peşine düşecek birine, Ortaçağ’da büyücü ya da “cadı” suçlaması getirilir; muhtemelen de kısa bir engizisyon oturumunun ardından yakılarak ölüme mahkum edilirdi. Oysa yüz yıldan uzun bir süredir Thomas Alva Edison adlı büyücünün icat ettiği nesnelerle aydınlanıyor ve bunu “büyü” olarak adlandırmıyoruz. Örnekleri çoğaltarak işi uzay mekiklerine, bilgisayarlara ya da nano teknolojinin kullanıldığı tıbbi alanlara dek götürmenin alemi yok. Anafikir belli: Bugün hayatımızın içinde olan araç, ürün ve hizmetlerin çok büyük bir bölümü, bir zamanlar ancak “büyü” olarak adlandırılabilirdi. Bunları geliştiren ya da kullanan kişilere de muhtemelen korkuyla karışık bir öfkeyle bakılırdı. “Büyü ve cadılık tarihi” başlığı altında kategorize edilen dönemin tipik özelliği de bu korku ve öfkenin ardındaki ideolojik, cinsiyetçi, sınıfsal ve elbette dinsel kaygılardı.


Tabii her şey bu kadar basit ve yalın değil. Başlangıcını bilemediğimiz bir zamandan beri insanlık tarihinde büyü ve büyücülük var oldu. Hep vardı, bugün de var, gelecekte de var olacak.Üstelik işin, “bugünün büyüsü, yarının bilimi” deyişiyle geçiştirilemeyecek yanları da var. Binyıllardır insanlar karşı cinsi kendine aşık etmek, karı kocayı ayırmak, güç ve zenginliğe kolayca ve çaba harcamadan ulaşmak gibi güdüler başta olmak üzere birçok şey için büyüye başvuruyor ya da büyücülerden medet umuyor. Mesele büyünün “işe yarayıp yaramaması” ya da “hurafe mi bilgelik mi” makası içinde ele alınması değil. İnansanız da, inanmasanız da, değer verseniz de, aşağılasanız da, büyü insanlığın kültürel tarihi içindeki en derin ve en “uzun soluklu” uğraşı alanlarından biri. Ama buna rağmen, büyü ve büyücülüğün doğru olarak kavranmasından yola çıkacak çok yönlü bir kültürel antropoloji bakışından hâlâ uzaktayız.

Ortaçağ din tarihi uzmanı ve yazar Richard Kieckhefer, bu konunun kavramsal ve tarihi düzlemde biraz daha klişelerden uzak ve derinlikli ele alınması amacıyla hazırladığı “Ortaçağ’da Büyü” adlı kitabında, bu oldukça kritik alana yönelik sistermatik bir bakış oluşturmaya çalışıyor. Büyü (magus, maji) sözcüğünün Batı dillerine Pers kültüründen taşınması (ve kavramın bir miktar aşınması) ile başlayıp, tektanrıcı inançlar öncesindeki kültürlerin büyü kapsamında değerlendirilecek ritüel ve geleneklerine kısaca değindikten sonra, asıl amacı olan Ortaçağ’daki büyü anlayışına yöneliyor yazar. Paganizmin Kilise baskısı altında çözülmeye başladığı süreci ve ardından gelen “ortak büyü geleneği”ni tipik görünümleriyle ele almayı uygulama, ritüel ve ilkelerine göz atmayı deniyor. Nihayet, büyünün, onu yasaklayan tektanrıcı kültürün içinde, Yahudi-Hıristiyan-Müslüman kültürlerinde nasıl var olduğunu ve kadim kültürün sızıntılarından beslenerek nasıl değişim gösterdiğini inceliyor.

Bilindiği üzere, büyü ve onu yaratan geleneğe olan yaklaşım, iki ayrı kutup olarak görülen uhrevi dünyada ve akademisyenler dünyasında farklı dayanak noktaları üzerinde biçimlenir. Din çevreleri için büyü ve “pagan” gelenek, yok edilmesi gereken eski kültürün inatçı bir uzantısıdır ve Ortaçağ boyunca hem Batı’da hem Doğu’da iktidarın sağlam bir bileşeni olan kurumsal dinlerin büyü geleneğine yanıtları, özel sorgu sistemleri (Engizisyon gibi) oluşturup ağır cezalar (yakılarak, derisi yüzülerek, boğularak öldürmek gibi) yağdırmak olmuştur. Büyü olarak yaftalanan kültür, merkezi iktidar için geçmişten gelen inanç ve düşünce biçimlerinin tamamını temsil etmektedir ve salt bu nedenle ruhban otoritesi için bir tehdit oluşturur. Eğer büyü, en genel tanımıyla “doğaüstü bir gücün yardımını talep ederek maddi dünyayı etkileyecek sonuçlar ortaya çıkarmak” ise, kurumsal dinlere göre bu sözü edilen doğaüstü güç(ler) pagan dönemin tanrıları, yani egemen bakış açısıyla “sahte tanrılar” ya da daha keskin bir nitelemeyle “şeytanlar, demon’lar, cinler” olabilir ancak. Eski kültürü hedef alan büyü ve cadılık koğuşturmaları bu nedenle, bahçesinde balkabağı içinde mum yakandan tutun, topladığı otlarla ilaçlar yapan şifacı ebeleri (midwife) birer potansiyel suçlu haline getirecektir.

Diğer yandan akademik dünyanın büyüye bakışı, çok daha farklı klişe ve önyargılar üzerinde biçimlenir. Üst başlık olarak “büyücülük” etiketinin altında yer alan her kültürel parçacık, yani kadim inanç biçimleri, ritüeller ya da şifacılık geleneği, çoğunlukla “boş inanç, hurafe” kapsamında değerlendirilir. Engizisyon ya da ağır cezaların yerini, itibarsızlaştırma ve aşağılama almıştır; kadim kültür ve düşünce biçimleri “ilkellik” gözlüğünden bakarak ele alınır. Elbette bunun istisnalarına rastlanmaktadır akademik dünyada ama genel eğilim, “alternatif tıp” alanında çalışan bilim insanlarına dahi dudak bükmenin ötesine geçmez pek.


Richard Kieckhefer’in kitabı, ciddi bir kaynak sıkıntısı çekilen bu konuya ilişkin elle tutulur referans bulmaya çalışanların ilgisini çekecek bir inceleme. Ortaçağ’daki koğuşturmalar ve “cadı davaları” konusunda ilk akla gelen uzmanlardan biri olan Kieckhefer, her ne kadar konunun ideolojik-cinsiyetçi boyutlarına ve merkezi hegemonya ile ilişkisine çok fazla değinmiyorsa da, “okült bilgi”nin dinsel kaygılarla baskı altına alınma sürecini çarpıcı örnekler de sunarak anlatıyor. El altında bulundurulması gereken bir kitap.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder