26 Temmuz 2017

Dizeler üzerinde yürüyen bir roman


Ben Lerner / 22:04 / Çev: Hakan Toker / YKY

Kitabın son sayfasını da okuyup kapağını kapattığımda, ister istemez kendi kendime soruyorum: Ben Lerner’in “22:04”ünün nasıl bir şey olduğunu terk cümleyle anlatmamı isteseler, okumayı düşünenlere bir ön fikir verebilecek neler söyleyebilirdim? Gerçekten yanıtlaması oldukça zor bir soru, çünkü kısa okuma serüvenini noktaladığımda (kitap yalnızca iki yüz sayfa) hissettiğim tek şey, tanımlanması kolay olmayan bir boşluk. Boşluk sözcüğünü burada olumsuz anlamda kullanmıyorum; belki daha çok “arınmışlık” olarak algılamak gerekiyor bunu. Sadeleşme, rahatlama, dinginleşme. Eğer o tek cümleyi ille de kurmam gerekiyorsa da, “Harcında aşk, şiir ve modern kentlinin kaygıları olan bir yalnızlık anlatısı” deyip geçerim muhtemelen. Okuduğunuzda siz de anlayacaksınız ki, “Nasıl bir roman bu, neyle ilgili?” diye soranlara kestirme yanıtlar verebileceğiniz bir kitap değil, Lerner’inki.


Kulağa biraz katı gelse de, bazen şair ile romancı arasında oldukça keskin ve net bir sınır olduğunu düşünürüm. Şiiri düşünmek, imgeler üzerinde dolaşıp durmak, şiirle yatıp kalkmak, başka bir şey. Her ne kadar edebiyat içinde böyle sınırlar çizmek anlamlı olmasa da, hiç değilse teknik açıdan “şair” ile “kurmaca yazarı” arasında ciddi farklar var. Her romancı, şiir ve imgelerin gücünü kendi anlatısı içinde etkili bir “aparat” olarak kullanmayı sever ve üslup arayışları içindeyken sık sık bundan yararlanır. Ama şiirsellik başka şey, şiiri soluyarak yazmak başka şey. Bu nedenle o net sınırın varlığını her hissedişimde, “İstisnai durumlar dışında şairler roman, romancılar da şiir yazmaya çalışmamalı” diye düşünürüm. Ben Lerner de bana benzeri şeyleri hissettirdi bu romanında. 

Son on yıl içinde şair kimliğiyle kendini edebiyat dünyasında tanıtan ve gerçekten parlak bir çıkış yapan Lerner, kurmaca ve roman dünyasına adım attığında, edebiyat dünyasında benzeri süreçleri yaşayan çoğu bildik isim gibi, “şiirle yürümek” alışkanlığından vazgeçememiş. İlk romanı “Atocha’dan Ayrılış”ı okumadığım için bir şey söyleyemiyorum; ama “22:04” başından sonuna dek insanda “aslında şiir olarak düşünülüp zaman içinde bir tür uzun anlatıya dönüştürülmüş” bir metin okuduğu izlenimi uyandırıyor. Belli bölümlerde akış ve uçuşan-kaçışan anlatım, neredeyse bütünüyle şiir tadında.

Bunları olumsuz bir yargı olarak aktarmıyorum; aksine, bazen okuma keyfini iyice artıran ve okurun zihnini rahatlatan bir işlev görüyor Lerner’in anlatımı. İmgelerle okşanıyor, ince ve keyifli bir mizah anlayışıyla karşılaştığınızda sık sık gülümsüyor, zaman zaman Woody Allen’ı çağrıştıran diyalog ya da monologlarla keyifleniyorsunuz. Ama kendi adıma, okuma sürecinin hiçbir anında kendimi bir romanın içinde hissetmediğimi söylemeliyim. Belki biraz da bu nedenle, son sayfayı bitirdiğim anda “boşluk” olarak tanımlayabileceğim bir ruh hali içinde buldum kendimi.

Bu kısa anlatı, adını hiçbir zaman bilmediğimiz bir ana karakterin, birçok yönüyle sıradışı olarak adlandırılabilecek yaşamından bir kesit üzerine kurulu. İlk romanıyla eleştirmenlerden olumlu tepki almış ve belli oranda ilgi görmüş, otuzlarının başındaki bir yazar, bir hikâyesinin The New Yorker’da yayımlanmasının ardından ün ve başarıyla kucaklaşmak üzere olduğunu hissetmektedir. Ama iki önemli sorunu aşması gerekmektedir önce: Birincisi, söz konusu ün ve başarıyı getirecek ikinci roman henüz yazılmamıştır ve almayı umduğu yüklüce avansın ardından kısa süre içinde yayıncıları hoşnut edecek bir taslağı bitirmesi gerekmektedir. İkincisi ve daha önemlisi, ender rastlanan, oldukça tehlikeli bir hastalıkla ilgili olarak konulan teşhis, hayatının üzerine kara bir gölge gibi düşmüş durumdadır. Sonunda aort’unun patlayıp hayatını kaybetmesine dek varabilecek ciddi bir hastalıktır bu. Her şey bu kadarla da sınırlı değildir; yazar temsilcisi olarak onun adına yayıncılarla görüşen, hayattaki en yakın arkadaşı Alex, anne olabilme yaşının geçmek üzere olduğunu düşündüğü için, bu isteğini vakit yitirmeksizin elde etmek amacıyla kahramanımızdan “sperm donörü” olmasını talep etmekte, aşılanma yoluyla hamile kalmanın düşlerini kurmaktadır. Elbette yakın dostluklarını zedelememek adına aralarında bir cinsel (ve duygusal) ilişki yaşanmayacak; her şey bir sperm alışverişiyle sınırlı kalacaktır. 

Durumu olduğundan da karmaşık hale getirmek için, yazarımızın hayatında her şey mevcuttur bu arada: Yakın dostlarının tanıştırdığı bir kızla başlayan, çoğunlukla cinselliğe dayalı bir ilişki; geçmişle ilgili bir türlü bitmek bilmeyen hesaplaşmalar; her yirmi birinci yüzyıl insanının bir biçimde yaşadığı yalnızlık kaygıları. Tüm bu yaşananlara dekor oluşturan New York kentinde aniden ortaya çıkan bir kasırga afeti olasılığı, olay örgüsünün içine tuhaf bir katalizör olarak yerleşmektedir. Kahramanımız, edebi tercih ve ilkelerinden ödün vermeden, yayıncıların istediği romanı tamamlayabilecek midir? Hastalığı ilerleyip yaşamını iyice tehdit eder bir hale gelecek midir? Alex onun için yalnızca bir dost, bir kanka olarak kalacak ve temsilciliğini yürütmekle mi yetinecektir, yoksa bu yoğun birliktelik içinde bir aşk doğma olasılığı var mıdır?


Hemen belirteyim, özetlerken kulağa çok akıcı ve sürükleyiciymiş gibi gelebilen bu sinopsis, romanın kendi örgüsü ve Lerner’in üslubuna da bağlı olarak, zaman zaman “zor okunan” bir anlatı hissi de yaratabiliyor okurda. Hele o “uçan-kaçan” geçişlerde bazen yönünüzü kaybettiğiniz duygusuna da kapılabiliyorsunuz. Ama son dönemin en değişik, en çarpıcı “şair/yazar”larından biriyle karşı karşıya olduğunuz gerçeğini değiştirmiyor bu. Lerner’i dikkatle izlemeye devam etmek gerekir diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder