Ben Lerner / 22:04 / Çev: Hakan Toker / YKY
Kitabın son sayfasını da okuyup kapağını kapattığımda, ister
istemez kendi kendime soruyorum: Ben Lerner’in “22:04”ünün nasıl bir şey
olduğunu terk cümleyle anlatmamı isteseler, okumayı düşünenlere bir ön fikir
verebilecek neler söyleyebilirdim? Gerçekten yanıtlaması oldukça zor bir soru,
çünkü kısa okuma serüvenini noktaladığımda (kitap yalnızca iki yüz sayfa)
hissettiğim tek şey, tanımlanması kolay olmayan bir boşluk. Boşluk sözcüğünü
burada olumsuz anlamda kullanmıyorum; belki daha çok “arınmışlık” olarak
algılamak gerekiyor bunu. Sadeleşme, rahatlama, dinginleşme. Eğer o tek cümleyi
ille de kurmam gerekiyorsa da, “Harcında aşk, şiir ve modern kentlinin
kaygıları olan bir yalnızlık anlatısı” deyip geçerim muhtemelen. Okuduğunuzda
siz de anlayacaksınız ki, “Nasıl bir roman bu, neyle ilgili?” diye soranlara
kestirme yanıtlar verebileceğiniz bir kitap değil, Lerner’inki.
Kulağa biraz katı gelse de, bazen şair ile romancı arasında oldukça keskin ve
net bir sınır olduğunu düşünürüm. Şiiri düşünmek, imgeler üzerinde dolaşıp
durmak, şiirle yatıp kalkmak, başka bir şey. Her ne kadar edebiyat içinde böyle
sınırlar çizmek anlamlı olmasa da, hiç değilse teknik açıdan “şair” ile
“kurmaca yazarı” arasında ciddi farklar var. Her romancı, şiir ve imgelerin
gücünü kendi anlatısı içinde etkili bir “aparat” olarak kullanmayı sever ve
üslup arayışları içindeyken sık sık bundan yararlanır. Ama şiirsellik başka
şey, şiiri soluyarak yazmak başka şey. Bu nedenle o net sınırın varlığını her
hissedişimde, “İstisnai durumlar dışında şairler roman, romancılar da şiir
yazmaya çalışmamalı” diye düşünürüm. Ben Lerner de bana benzeri şeyleri
hissettirdi bu romanında.
Son on yıl içinde şair kimliğiyle kendini edebiyat
dünyasında tanıtan ve gerçekten parlak bir çıkış yapan Lerner, kurmaca ve roman
dünyasına adım attığında, edebiyat dünyasında benzeri süreçleri yaşayan çoğu
bildik isim gibi, “şiirle yürümek” alışkanlığından vazgeçememiş. İlk romanı
“Atocha’dan Ayrılış”ı okumadığım için bir şey söyleyemiyorum; ama “22:04”
başından sonuna dek insanda “aslında şiir olarak düşünülüp zaman içinde bir tür
uzun anlatıya dönüştürülmüş” bir metin okuduğu izlenimi uyandırıyor. Belli
bölümlerde akış ve uçuşan-kaçışan anlatım, neredeyse bütünüyle şiir tadında.
Bunları olumsuz bir yargı olarak aktarmıyorum; aksine, bazen okuma keyfini
iyice artıran ve okurun zihnini rahatlatan bir işlev görüyor Lerner’in
anlatımı. İmgelerle okşanıyor, ince ve keyifli bir mizah anlayışıyla
karşılaştığınızda sık sık gülümsüyor, zaman zaman Woody Allen’ı çağrıştıran
diyalog ya da monologlarla keyifleniyorsunuz. Ama kendi adıma, okuma sürecinin
hiçbir anında kendimi bir romanın içinde hissetmediğimi söylemeliyim. Belki
biraz da bu nedenle, son sayfayı bitirdiğim anda “boşluk” olarak
tanımlayabileceğim bir ruh hali içinde buldum kendimi.
Bu kısa anlatı, adını hiçbir zaman bilmediğimiz bir ana karakterin, birçok
yönüyle sıradışı olarak adlandırılabilecek yaşamından bir kesit üzerine kurulu.
İlk romanıyla eleştirmenlerden olumlu tepki almış ve belli oranda ilgi görmüş,
otuzlarının başındaki bir yazar, bir hikâyesinin The New Yorker’da
yayımlanmasının ardından ün ve başarıyla kucaklaşmak üzere olduğunu
hissetmektedir. Ama iki önemli sorunu aşması gerekmektedir önce: Birincisi, söz
konusu ün ve başarıyı getirecek ikinci roman henüz yazılmamıştır ve almayı
umduğu yüklüce avansın ardından kısa süre içinde yayıncıları hoşnut edecek bir
taslağı bitirmesi gerekmektedir. İkincisi ve daha önemlisi, ender rastlanan,
oldukça tehlikeli bir hastalıkla ilgili olarak konulan teşhis, hayatının üzerine
kara bir gölge gibi düşmüş durumdadır. Sonunda aort’unun patlayıp hayatını
kaybetmesine dek varabilecek ciddi bir hastalıktır bu. Her şey bu kadarla da
sınırlı değildir; yazar temsilcisi olarak onun adına yayıncılarla görüşen,
hayattaki en yakın arkadaşı Alex, anne olabilme yaşının geçmek üzere olduğunu
düşündüğü için, bu isteğini vakit yitirmeksizin elde etmek amacıyla
kahramanımızdan “sperm donörü” olmasını talep etmekte, aşılanma yoluyla hamile
kalmanın düşlerini kurmaktadır. Elbette yakın dostluklarını zedelememek adına
aralarında bir cinsel (ve duygusal) ilişki yaşanmayacak; her şey bir sperm
alışverişiyle sınırlı kalacaktır.
Durumu olduğundan da karmaşık hale getirmek
için, yazarımızın hayatında her şey mevcuttur bu arada: Yakın dostlarının
tanıştırdığı bir kızla başlayan, çoğunlukla cinselliğe dayalı bir ilişki;
geçmişle ilgili bir türlü bitmek bilmeyen hesaplaşmalar; her yirmi birinci
yüzyıl insanının bir biçimde yaşadığı yalnızlık kaygıları. Tüm bu yaşananlara
dekor oluşturan New York kentinde aniden ortaya çıkan bir kasırga afeti
olasılığı, olay örgüsünün içine tuhaf bir katalizör olarak yerleşmektedir.
Kahramanımız, edebi tercih ve ilkelerinden ödün vermeden, yayıncıların istediği
romanı tamamlayabilecek midir? Hastalığı ilerleyip yaşamını iyice tehdit eder
bir hale gelecek midir? Alex onun için yalnızca bir dost, bir kanka olarak
kalacak ve temsilciliğini yürütmekle mi yetinecektir, yoksa bu yoğun
birliktelik içinde bir aşk doğma olasılığı var mıdır?
Hemen belirteyim, özetlerken kulağa çok akıcı ve sürükleyiciymiş gibi gelebilen
bu sinopsis, romanın kendi örgüsü ve Lerner’in üslubuna da bağlı olarak, zaman
zaman “zor okunan” bir anlatı hissi de yaratabiliyor okurda. Hele o
“uçan-kaçan” geçişlerde bazen yönünüzü kaybettiğiniz duygusuna da kapılabiliyorsunuz.
Ama son dönemin en değişik, en çarpıcı “şair/yazar”larından biriyle karşı
karşıya olduğunuz gerçeğini değiştirmiyor bu. Lerner’i dikkatle izlemeye devam
etmek gerekir diye düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder