14 Ekim 2014
Cervantes Sokağı
Cervantes Sokağı/ Jaime Manrique/ Çev: Sinan Okan/ İthaki
Onaltıncı yüzyıl sonlarından on yedinci yüzyıl ortalarına dek uzanan dönem, Avrupa tarihinin en sancılı, en karışık, en hareketli ve “değişim” rüzgârlarının en hızlı estiği evrelerinden birine karşılık gelir. Martin Luther’in Wittenberg’deki kilisenin kapısına ünlü “95 Tez”ini asarak, Reform hareketini fiilen başlatmasının ardından yaşanan sancılı süreç, 1530’larda John Calvin’in Katolik sistemine başkaldırısıyla ivme kazanmış ve Avrupa’daki tüm yerleşik değerler baş döndürücü bir hızla altüst olmaya başlamıştı. Bu hareketlilik yalnızca “din ve ibadet” alanındaki bir değişimle sınırlı değildi elbette; merkezi hegemonya sistemi orta yerinden çatırdıyor ve yeni ortaya çıkan burjuva sınıfı, kendi varlığını giderek daha güçlü hissettirecek bir dönüşümün ilk adımlarını, Avrupa’nın her yerinde atmaya başlıyordu.
Hanedanlar, aristokrasi ittifakları ve onların kontrolü altındaki inanç müessesesindeki çözülmeler, bir sonraki yüzyıldan itibaren bu radikal değişimleri mühürleyecek devrimleri birlikte getirecekti ama on altıncı yüzyıl sonlarında anahtar sözcük, her şeyden önce “kimlik değişimi”ydi. Avrupa’nın bütünündeki Katolik-Hıristiyan kimliği, birbiri ardına ortaya çıkan reformist mezheplerin zorladığı dönüşümlerle çözülmekte, onun yerini “Avrupalı kimliği” almaktaydı yavaş yavaş. Ama bu, sakin ve huzurlu bir dönüşüm olmayacak; yaşlı kıta çok uzun sürecek bir dizi kanlı “mezhep savaşı”na sahne olacaktı. Bugün bildiğimiz anlamıyla “Batı”, ergenliği geride bırakıp yetişkinliğe doğru adım atmanın zor ve acılı patikasını adımlıyordu.
Protestan reformları yerleşik krallıkların da yapısını ciddi biçimde değiştirmeye başlamış; yeni oluşan ittifaklar, bölünmeler ve parçalanmalar aracılığıyla Avrupa’da yeni dengeleri gündeme getirmişti. Tüm bu değişim ve dönüşümlerden en çok zararı görecek olanlar, elbette Katolik sistemin içinde yer alan ve otoritesi bu kaynaktan beslenen krallıklardı. Doğal olarak bu ülkelerdeki hanedanlar, reform hareketiyle ortaya çıkan yeni “sapkın” mezheplere karşı güçlü bir direniş oluşturma kaygısıyla, dini otoritenin yargı mekanizması olan Engizisyon sorgulamalarını kullanarak, değişim yanlılarının üzerinde terör estirme yolunu seçiyordu. Ithamlar, ihbarlar, tanıklıklar, iddialar ve acımasızca gerçekleşen tek yanlı sorgulamalarla binlerce insanın işkence görüp öldürüldüğü bu sürecin en etkili olduğu ülkelerden biri de, İspanya’ydı. Reform yanlıları ve değişim destekleyicileriyle sınırlı kalmayan yargılama ve infaz furyası, farklı inançlara da acımasızca yöneliyordu ki, dönemin en büyük Yahudi kıyımlarından biri bu ülkede gerçekleşmişti zaten.
İber yarımadasının bu önemli ülkesinde yaşayan insanların gündelik hayatları, tüm bu kaotik süreçten nasıl etkileniyordu peki? Tarihçilerin yazdıkları, resmi kayıtlar, belli siyasi figürlerin anı ve tanıklıkları, bu konuda yeterince fikir veriyor: Belirsizlik, kaygı, gelecek endişesi, insanlara ayaklarının altındaki zeminin hızla sallanmakta olduğunu hissettiriyordu, tüm Avrupa’da olduğu gibi. Ama her şeye rağmen, bir yandan da müziğiyle, dansıyla, eğlenceleriyle, tiyatro kumpanyaları ve romantizmiyle hayata tutunma güdüsü, Endülüs’te yok olmamıştı.
Herhangi bir dönemde gündelik hayatın akışındaki canlı ayrıntıları, edebiyat hissettirir bize tüm çarpıcılığıyla. Bireyleri, duyguları, hüsranları, hayalleri, endişeleri, umutları ve hayatın içindeki her şeyi, ustaca yazılmış romanlarda buluruz. Peki ama, on yedinci yüzyıl başı gibi erken bir tarihte, “roman” henüz şafağındayken, İspanya’daki hayatı bize olanca canlılığıyla anlatacak bir romana rastlar mıyız? Böyle bir yazar doğmuş mudur o yıllarda?
Şanslıyız ki, bu sorunun yanıtı “evet”. Avrupa’nın yetiştirdiği en önemli şair, romancı ve oyun yazarlarından Miguel de Cervantes, 1600’lerin başında kaleme aldığı ünlü yapıtı “Don Quixote” ile, tam da sözünü ettiğimiz anlamda bir boşluğu doldurmakla kalmamış, bugün “Avrupa’nın ilk modern romanının yazarı” diye anılacak haklı bir üne de sahip olmuştur. Cervantes’in yapıtları İspanyol dili ve kültürü üzerinde öylesine derin bir iz bırakmıştır ki, bugün çoğu kez İspanyolca için “Cervantes’in dili” nitelemesi kullanılır. Zengin anlatımı, güçlü imgeleri, büyüleyici doğallığı ve çarpıcı ironisiyle İber yarımadasının edebiyat kahramanı olan bu önemli yazarın, ülkesinin diline de hatırı sayılır katkıda bulunduğu kabul edilir. Tıpkı bugün “Shakespeare İngilizcesi” deyişini konuşma diline sokan, çağdaşı ünlü yazar William Shakespeare gibi. Yakın tarihlerde doğan bu iki öncü edebiyatçının bir gün arayla ölmeleri de tuhaf gelmiştir hep bana; sanki biri Britanya’da, diğeri İspanya’da eşzamanlı bir misyonu tamamlamış ve sahneden çekilmişler gibi.
Shakespeare ile Cervantes arasındaki bir başka benzerlik, her ikisinin de yaşam hikâyelerinin, çoğunlukla anılara, tanıklıklara, spekülasyonlara ve fikir yürütmelere dayanmasıdır. Her ikisi de gerçektir; yazdıklarıyla silinmeyecek derin izler bırakmışlardır kültür tarihinde. Ancak yaşamlarıyla ilgili bildiklerimiz, rivayet ya da tahminlerle doldurulması gereken kimi boşluklara sahiptir. Sözgelimi Cervantes’in doğumunu, kilise kayıtlarında rastlanan bir vaftiz belgesi aracılığıyla öğreniriz. Çocukluğu ve ergenliğiyle ilgili günümüze kalmış hemen hiç bilgi yoktur. Kimi yorumlarda Salamanca Üniversitesi’nde okuduğundan söz edilir, kimilerinde Seville’de Cizvit’lerin arasında öğrenim gördüğü ileri sürülür.
Doğduğu ve büyüdüğü Kastilya’yı niye terk edip Roma’ya gittiği de soru işaretleriyle dolu bir konudur. Kimi kayıtlarda, bir kılıçla yaralama vakasına karışan Miguel adlı bir öğrencinin kaçak durumuna düştüğünden söz edilir ki, bir görüşe göre bu, Cervantes’in ta kendisidir. Yine benzeri bir spekülasyonda, bir kılıç düellosunda rakibini yaraladığı için hakkında tutuklama kararı çıkarıldığı ve bu nedenle ülkesinden kaçmak durumunda kaldığı ileri sürülür. Hayatı oldukça renkli, maceralarla dolu bir İspanyol’un yazgısını belirleyen ilk adımlardan biridir belki de bu düello.
Her ne gerekçeyle olursa olsun, Roma’ya gittiğini, orada yaşadığını, bu süre içinde Rönesans sanatını yakından inceleyip tanıma fırsatı bulduğunu ve İtalyan edebiyatını, şiirini hayranlıkla okuduğunu biliyoruz. Aynı dönemde, İtalya’daki İspanyol Kraliyet Donanması’nda bir asker olarak kayıtlı bulunduğunu da. Romantizmi, edebiyat tutkusu ve maceraperestliğinin yanı sıra, inançlarının fazlasıyla etkisi altında bulunup “Tanrı ve Kral’ı için savaşmaktan gurur duyacak” kadar askerliği sevmesi, bedensel sağlığını ciddi biçimde riske atacaktı. 1571’de Papa Pius çağrısıyla toplanan donanmayla birlikte denize açıldı ve İnebahtı’da Osmanlılarla savaştı. Ateşli hasta olmasına rağmen, kamarada kalması yönündeki ısrarlı telkinleri dinlemeyerek güvertede savaşacak ve bu kahramanlık tutkusunun bedelini göğsüne ve sol koluna aldığı ağır yaralarla ödeyecekti.
İtalya’daki bir hastanede altı ay gibi bir süre tedavi gördü, ancak yaraları iyileşse de, sol kolu artık kullanılmaz duruma gelmişti. Buna karşın, denizcilik ve askerlik sevdasından vazgeçmediğini, Akdeniz’de birçok sefere katıldığını biliyoruz. 1575’te, Napoli’den Barcelona’ya doğru yol alırken, tam Katalan kıyılarına yaklaştıkları sırada, içinde bulunduğu gemi, Cezayirli korsanların saldırısına uğradı. Kaptan ve mürettebatın büyük bölümünün öldürüldüğü bu saldırı sonucunda Cervantes, korsanların eline düştü ve hayatının beş yılını Cezayir’de esir olarak geçirmek durumunda kaldı. Kurtuluşu ancak, ailesinin yüklü bir fidye ödemesinden sonra mümkün olacak ve yeniden İspanya’ya dönebilecekti. Ancak bu beş yıl içinde Cezayir’deki tanıklıkları, Don Quixote dahil, Cervantes’in yapıtları için bol miktarda malzeme de sağlayacaktı.
İspanyol dilinin bu en büyük ustalarından birinin hayatı da, Kolombiyalı yazar Jaime Manrique için zengin bir malzeme deposu olmuşa benziyor. Sonuçlarını görmek isteyen Cervantes meraklıları, soluğu hemen bir kitapçı dükkanında alabilirler: Manrique’nin 2012’de yayımlanan “Cervantes Sokağı” adlı romanı, geçtiğimiz günlerde Sinan Okan’ın çok başarılı çevirisiyle, İthaki Yayınları tarafından basıldı. Daha ilk sayfadan itibaren olağanüstü akıcı anlatımıyla okuru yakalayan roman, Cervantes’in hayat hikâyesini başarılı bir kurguyla okurla buluştururken, sözünü ettiğimiz o karışık dönemin İspanya’sından da önemli kesitler sunuyor. Aşıklar, serseriler, fahişeler, tiyatro kumpanyaları, askerler, savaşlar, mücadelelerle dolu bu romanı keyifle okuyacağınızı söyleyebilirim.
İlk yayın: Vatan Kitap - 15 Ağustos 2014
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder