30 Mart'taki yerel seçimleri bir tür "ölüm kalım meselesi" ya da deyiş yerindeyse, "Armageddon" gibi gören ve bu hissiyatını büyük bir gayretkeşlikle paylaşmaya, yaymaya çalışanlar var. İki nedenden dolayı yanılıyorlar: Birincisi, bu bir armageddon falan değil; uzun vadede yeni etapları sahnelenecek bir oyunun ilk perdelerinden biri. İkincisi, alınacak sonuç ne olursa olsun, "düğüm" çözülmeyecek, aksine daha karmaşık ve daha kaotik bir hale gelecek. Ama, "Akacak kan damarda durmaz" deyişinde olduğu gibi, bu kaosu yaşamadan ve bir dizi acıyla daha yüzleşmeden, taşlar da yerine oturmayacağa benziyor.
Şunu peşin peşin kabul edelim: Adam, inatçı ve kararlı bir savaşçı. Kutuplaşmalardan, çatışmalardan, öfkeden ve en önemlisi de, savaştan besleniyor. Bu o kadar yaşamsal ki onun için, kendisine cephe almış kitlenin sayısal/oransal büyüklüğü ya da ona yöneltilmiş nefretin şiddeti, inatçılığını olumsuz yönde etkilemek bir yana, daha da motive ediyor onu. Kadroları var, ekipleri var, kurmayları var ama savaşı bizzat kendi yönetmeyi ve yönlendirmeyi seviyor. Eh, bu toprakların insanlarının önemli bir çoğunluğu da “kendi adına savaşacak” insanları sever; hatta arkalarından “Hüloğğ” nidalarıyla yaltaklanır; her tarafının kılı tüyü olmayı sineye çeker.
Peki sürdürmekte olduğu savaşı kime ve neye karşı veriyor RTE?
Kimin yanında durup, neyi değiştirmeye çalışıyor? Bu soruların yanıtları belli:
1930’lardan beri Cumhuriyet rejimi tarafından mağdur edildiğine içtenlikle
inanan dindar-muhafazakâr kesimin birikimli desteğini arkasına alarak, köklü
bir “altüst oluş” gerçekleştirme çabasında. Üstelik, Cumhuriyet tarihindeki “benzerlerine”
kıyasla, bu mücadelesinde önemli ölçüde yol aldığı ve arka arkaya zaferler
kazandığı da ortada.
Türkiye’nin, çok değil, on beş yıl önceki koşullarını ve
sosyal/siyasi iklimini hatırlamak, arkasındaki büyük kitle desteğiyle RTE’nin neler
yaptığını, neleri değiştirdiğini görmeye yeterli. Değil ilişmek, üzerine
gitmek, “yan bakmaya” bile hiçbir hükümetin cesaret edemediği otoriter ve
direngen kurumlara çatır çatır boyun eğdirdi; “askeri vesayeti” sonlandırmakla
kalmayıp, yargıyı “rejimin klasik destekçisi” olmaktan çıkararak avuçlarının
içine aldı; sermayenin ve finansal kaynakların akış yönünü, kendisini
destekleyen kesimleri hoşnut edecek biçimde değiştirdi; medyaya diz çöktürdü ve
haber alma kanallarını büyük ölçüde denetimi altına aldı; ülkedeki gündelik
hayat normlarını yavaş ama etkili adımlarla, “dindar kesimin” hoşlanacağı bir
görüntüye büründürmeye başladı; eğitim sistemini külliyen değiştirecek düzenlemeler
gerçekleştirdi.
Ama bu kadarla yetinmeye de niyetli değil: “Durmak yok, yola
devam” diyor, her seferinde. Karşısında hiçbir güç, hiçbir engel tanımadığını
büyük bir kararlılıkla yineleyip duruyor ve “kahramanı” olduğu kesimin sırtını
sıvazlayarak, “Siz merak etmeyin, evelallah biz buradayız” mesajı veriyor. O
kadar inatçı ki, bırakın ülkedeki muhalifleri, yakın zamana dek ittifak halinde
olduğu “mütedeyyin” yapılanmalara bile savaş açabiliyor; hatta dünyaya kafa
tutuyor. En küçük bir geri adım atmaya da niyeti yok.
Tüm bu şartlar altında, bugüne dek onu seçen, oy desteği
veren, arkasında duran kitlenin, şimdi bu desteği geri çekmesi için somut ve
anlaşılır bir neden görebiliyor musunuz? “Kendilerini temsil eden lider” olarak
gördükleri; sertliği ve kabadayılığından santim ödün vermeyen; gerekirse tüm
dünyayı karşısına almaya hazır bir liderden niye vazgeçsinler? Cemaat’in “arkası
yarın” kıvamında bir program dahilinde düzenli olarak paylaşıp durduğu “tape”lerden
etkilendikleri için mi?
Gerçekçi olalım: Son iki genel seçimde AKP’ye destek veren
kitlelerin gözünde, yolsuzlukların, hırsızlıkların pek bir önemi yok. Polis şiddetini,
sokaklarda gaz ve TOMA’larla yaşatılan dehşeti, öldürülen o gencecik insanları
da fazla umursamıyorlar. (Üstelik, bunları açıklamak için üretecekleri, “..Ama”
ile başlayan çok sayıda mazeretleri var.) Birileri trilyonları götürdüyse, para
onların cebinden çıkmadı. Yaralanan, dövülen, öldürülen, göz altına alınan
insanlar onların çocukları değildi. Bunların hiçbirinden fazlaca etkilenmeyen,
bencil ve hınçlı kitlelerden söz ediyoruz. AKP’ye verdikleri desteği niye geri
çeksinler? Sonuçta RTE hâlâ “onların başbakanı”, iktidardaki güç hâlâ onların
temsilcisi; ve bu durumu değiştirmeye çalışanlarla da, en küçük bir ödün
vermeksizin, ölümüne savaşıyor. Niye sırt çevirsinler ki ona?
RTE, tüm bunların farkında olduğu için, kendisinden önce
aynı kitlelere oynayan diğer liderlerden farklı olarak, kutuplaşmayı
alabildiğine hızlandırıp, çelişkileri keskinleştiriyor. En küçük bir yumuşama
ya da ılımlılık sinyalinin, arkasında duran kitlenin kafasında karışıklık
yaratacağını bildiği için, gerilimi büyük bir kararlılıkla tırmandırıyor
sürekli. Bunun, destekçilerinin kafasındaki RTE imajını güçlendireceğinin
farkında. Bu yüzden mitinge insanları çağırırken, partisinin danışmanları “90
yıldır sizin için böyle mücadele eden bir lider gelmedi, ona sahip çıkın yoksa
elinizden alırlar” mesajları yolluyorlar. Kutuplaşma ne kadar keskin olursa,
RTE kendini o kadar güvende hissedebilecek.
Diğer yandan, pervasızca yapılan yolsuzluklar elbette bu
toplumun geniş kesimleri üzerinde sarsıcı etki yarattı. Gezi direnişi sırasında
yaşanan zulüm ve şiddet, vicdani boyutta “tsunami”lere neden oldu. Medya kontrolü
ve göz göre göre yapılan yalan/yanlı yayınlar, insanları isyan etme noktasına
getirdi. Bütün bunların, AKP’yi son iki genel seçimde “çok da benimsemeden”
destekleyen belli bir kesim üzerinde etkili olacağını görmek için kâhin olmaya
gerek yok. Peki bu “destek kaybı”nın sandığa yansıma oranı ne olur?
Bugüne kadar izlediğim seçimler içinde, öngörüde bulunulması
en güç olanı, bu. Belirsizliklerin fazlalığı, sağlıklı tahmin yapmaya fazla
imkân vermiyor. Yine de, AKP’nin oylarının hatırı sayılır biçimde düşeceği
aşikâr. Cemaat’in gücü nedir, etkilediği oy potansiyeli ne büyüklüktedir,
kimsenin bir fikri yok; ama bu sert savaş, mutlaka o cepheden AKP’ye giden
oyları tırpanlayacaktır. Buna, önceki iki seçimde “kerhen” de olsa tercihini
AKP’den yana kullanan liberallerin uzaklaşmasının yarattığı etkiyi de eklemek
gerek. “Oynak tabanın” bir kısmının, mütedeyyin değerleri öne çıkaran MHP’ye,
çok az bir kesiminin de SP ve hatta belki CHP’ye kayabileceğini söyleyebiliriz. Peki alt alta yazdığımızda, kayıpların toplamı ne eder?
Kimileri gerçekçilikten uzaklaşıp “wishful thinking”
örnekleri vererek, yüzde 30’un bile altında bir oy oranı öngörüyorlar AKP için,
kimileriyse, ne olursa olsun yüzde 40’ın pek altına inmeyeceği görüşünde. Bir
önceki seçimde oyların yarısını almış bir parti için yüzde 40, ciddi bir kayıp
gibi görünse de, RTE’nin, yüzde 35’in üzerindeki her oy oranında “zafer” ilan
edeceğine kesin gözüyle bakabilirsiniz. (Bunun altına inmesi de çok uzak bir
olasılık gibi görünüyor.) “Dört yandan saldırdılar ama dik durduk, ayaktayız”
mesajı verecek.
Sonuç? Kimilerince neredeyse bir “nihai savaş” ya da “Armageddon”
gibi görülen bu seçimlerden, şimdikini de aşan daha büyük bir belirsizlik
çıkacak. Asıl kaosu da Nisan ayından itibaren yaşayacağız gibi görünüyor. Üzerinde asıl durulması gereken "problematik", AKP'ye oy veren kitleye değil, AKP'ye karşı olan çok parçalı ve "hiçbir konuda uzlaşamayan" asıl çoğunluğa ait.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder